İddet (Bekleme) Süresinin Kaldırılması Davası
Giriş
Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen iddet süresi, boşanmış bir kadının yeniden evlenebilmesi için öngörülmüş geçici bir evlenme engelidir. Kanun koyucu, bu düzenlemeyle boşanma sonrasında doğabilecek bir çocuğun soybağında karışıklık yaşanmamasını amaçlamıştır. Ancak günümüz toplumsal ve teknolojik koşullarında, özellikle DNA testi gibi babalığı kesin olarak belirleyebilen bilimsel yöntemlerin gelişmesiyle, bu sürenin gerekliliği ciddi biçimde tartışılır hale gelmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi uyarınca, kadın evliliğin sona ermesinden itibaren üç yüz gün geçmedikçe evlenemez. Bu süre, doğumun gerçekleşmesiyle veya kadının gebe olmadığının tespitiyle sona erer. Kadının yeniden evlenebilmesi için bu sürenin mahkeme kararıyla kaldırılması gerekir. Bu sebeple uygulamada “iddet müddetinin kaldırılması davası” adı verilen özel bir dava türü doğmuştur.
İddet Süresinin Hukuki Niteliği
Evlenme Engelinin Niteliği
İddet süresi, hukuken kadının evlenme ehliyetini geçici olarak ortadan kaldıran bir evlenme engeli olarak kabul edilir. Bu yönüyle, evlenme işlemlerinde kamu düzenine ilişkin bir sınırlama niteliğindedir. Kadının iddet süresi dolmadan evlenmesi mümkün değildir; aksi hâlde evlendirme memurluğu işlemi gerçekleştirmez. Nitekim Evlendirme Yönetmeliği’nin 15. maddesi bu durumu açıkça düzenlemekte, kadının evliliğin sona ermesinden itibaren 300 gün geçmedikçe evlenemeyeceğini belirtmektedir.
İddet Süresinin Amacı ve Dayanağı
Bu düzenlemenin temel dayanağı, Türk Medeni Kanunu’nun 285. maddesinde yer alan babalık karinesidir. Anılan maddeye göre, evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak 300 gün içinde doğan çocuğun babası kocadır. Bu hüküm, tarihsel olarak çocuğun soybağının karışmaması amacıyla getirilmiş bir güvence olarak görülmüştür.
Ancak günümüzde bu amacın pratik bir gerekliliği kalmamıştır. Zira soybağı, DNA testi gibi bilimsel yöntemlerle kesin biçimde belirlenebilmektedir. Dolayısıyla, kadının evlenme özgürlüğünü 300 günlük bir bekleme süresiyle sınırlandırmak artık ölçüsüz bir müdahale olarak değerlendirilmektedir. Bu durum, kadın-erkek eşitliği ilkesine ve özel hayatın gizliliği hakkına da aykırılık teşkil etmektedir.
Çağdaş Hukukta İddet Süresi Tartışmaları
AİHM’nin Nurcan Bayraktar / Türkiye Kararı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27 Haziran 2023 tarihli Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında, iddet süresinin ve bu sürenin kaldırılması için kadının tıbbi muayeneye zorlanmasının AİHS’nin 8. maddesinde yer alan özel hayata saygı hakkını ve 14. maddesindeki ayrımcılık yasağını ihlal ettiği tespit edilmiştir. Mahkeme, “soy karışıklığını önleme” gerekçesinin artık modern toplumda meşru bir amaç oluşturmadığını ve bu uygulamanın kadının özel yaşamı ile evlenme özgürlüğüne orantısız bir müdahale olduğunu vurgulamıştır.
AİHM ayrıca, yalnızca kadınlara uygulanan bu bekleme süresinin cinsiyet temelli doğrudan bir ayrımcılık teşkil ettiğini belirtmiş; erkeklerin aynı durumda hiçbir sınırlamaya tabi olmamasını eşitlik ilkesine açık bir aykırılık olarak değerlendirmiştir. Bu kararla birlikte iddet süresi, Avrupa insan hakları hukukunun temel ilkeleriyle çatışan bir kurum olarak yeniden tartışmaya açılmıştır.
Sonuç
Sonuç olarak iddet süresi, tarihsel olarak nesep karışıklığını önlemeyi amaçlayan, ancak günümüz hukuk düzeninde artık işlevini yitirmiş bir evlenme engelidir. İddet müddetinin kaldırılması davası, kadının evlenme hakkını yeniden kazanmasını sağlayan bir hukuk yoludur; ancak bu davanın varlığı bile kadınlar açısından özgürlük ve eşitlik ilkeleri bakımından tartışmalı bir durum yaratmaktadır. AİHM’nin Nurcan Bayraktar kararı sonrasında, Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesinin çağdaş hukuk ilkeleriyle uyumlu şekilde yeniden düzenlenmesi ya da tamamen yürürlükten kaldırılması, kadınların temel hak ve özgürlüklerinin tam olarak güvence altına alınması açısından zorunlu görünmektedir.
İddet Süresinin Kaldırılması Davasının Hukuki Dayanağı
Türk Medeni Kanunu’nda Düzenleme (Madde 132)
Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi, kadının evliliğin sona ermesinden itibaren üç yüz gün geçmedikçe yeniden evlenemeyeceğini düzenler. Bu hüküm, hukuken kadının evlenme ehliyetini geçici olarak sınırlandırır ve evlenme engelleri arasında yer alır. Ancak aynı madde, bu sürenin istisnai olarak kaldırılabileceğini de öngörür:
“Evliliğin sona ermesinden başlayarak kadın, üç yüz gün geçmedikçe evlenemez. Ancak doğurmakla süre biter. Kadının yeniden evlenebilmesi, doğurmadığının veya gebe olmadığının anlaşılması hâlinde mahkemece bu sürenin kaldırılmasına karar verilebilir.”
Bu hüküm gereğince, kadının hamile olmadığını ispatlaması halinde iddet süresi mahkeme kararıyla kaldırılabilir. Böylece kadın, 300 günlük bekleme süresini tamamlamadan yeniden evlenme hakkını kazanır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, iddet süresinin kendiliğinden ortadan kalkmadığı; mutlaka bir mahkeme kararı ile kaldırılmasının gerektiğidir. Bu da süreci yargısal bir prosedüre dönüştürür.
Evlendirme Yönetmeliği’nde Düzenleme (Madde 15)
İddet süresi yalnızca Medeni Kanun’da değil, Evlendirme Yönetmeliği’nin 15. maddesinde de açık biçimde düzenlenmiştir. Yönetmelikte, “Kadının evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmedikçe evlenemeyeceği” hüküm altına alınmış; ancak doğum yapması veya mahkeme kararıyla sürenin kaldırılması hâlinde evlenmesine izin verileceği belirtilmiştir. Bu düzenleme, evlendirme memurluklarına açık bir talimat niteliğindedir.
Dolayısıyla, iddet süresi dolmadan evlenmek isteyen bir kadın evlendirme memurluğuna başvurduğunda, memurluk tarafından “iddet süresi devam ediyor” gerekçesiyle işlem yapılmaz. Kadın, ancak mahkemece sürenin kaldırıldığına dair kesinleşmiş kararı ibraz ettiğinde evlenme işlemi tamamlanabilir. Bu durum, iddet süresinin yalnızca özel hukuk alanında değil, idari uygulamalarda da doğrudan etkili olduğunu göstermektedir.
Davaya Bakmaya Yetkili Mahkeme
İddet süresinin kaldırılması davası, niteliği itibarıyla kişisel durumlara ilişkin bir aile hukuku davasıdır ve bu nedenle görevli mahkeme Aile Mahkemesidir. Aile Mahkemesi’nin bulunmadığı yerlerde Asliye Hukuk Mahkemesi, Aile Mahkemesi sıfatıyla davaya bakar.
Yetkili mahkeme ise genel yetki kuralı gereği, kadının yerleşim yeri mahkemesidir. Kadın boşandığı mahkemenin bulunduğu yerde veya hâlen ikamet ettiği yerde bu davayı açabilir. Dava, basit yargılama usulüne tabidir ve çoğu durumda dosya üzerinden kısa sürede sonuçlandırılır.
Davanın Tarafları ve Usulü
Bu dava, sadece kadının şahsına sıkı sıkıya bağlı bir hak olduğundan, başkası tarafından açılamaz; kadının bizzat veya vekili aracılığıyla açılması gerekir. Kadının ölümünden sonra iddet süresinin kaldırılması davası açılamaz, zira dava yalnızca kişinin kendi evlenme hakkını ilgilendirir.
Kadın, dava dilekçesinde boşanma kararının kesinleşme tarihini belirtmeli ve evliliğin sona erdiğini gösterir boşanma ilamını sunmalıdır. Dilekçede ayrıca, “hamile olmadığının tespiti ve iddet süresinin kaldırılmasına karar verilmesi” talebi açıkça yazılmalıdır. Dava, genellikle tek celsede sonuçlanır.
Deliller ve Tıbbi Rapor
Mahkemeler, kadının hamile olmadığını tespit edebilmek için genellikle bir resmî sağlık kuruluşundan alınmış gebelik testi sonucu veya hastane raporu ister. Bu rapor, kadının hamile olmadığının anlaşılması için en önemli delildir. Uygulamada mahkemeler, başvurucu kadını çoğu kez devlet hastanesine sevk eder ve oradan gelen rapor doğrultusunda karar verir.
Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında vurguladığı üzere, kadının evlenebilmek için tıbbi muayeneye zorlanması, özel hayatın gizliliği ilkesine aykırı bir uygulamadır. Bu nedenle ilerleyen dönemde Türk hukukunda bu sürecin kadının beyanına dayalı veya daha az müdahaleci yöntemlerle yürütülmesi gerektiği yönünde doktrinde güçlü görüşler bulunmaktadır.
Kararın Hüküm ve Sonuçları
Mahkeme, kadının hamile olmadığını tespit ettiğinde iddet süresinin kaldırılmasına karar verir. Kararın kesinleşmesiyle birlikte kadın yeniden evlenme hakkını kazanır. Kararın bir örneği, nüfus müdürlüğüne ve ilgili evlendirme memurluğuna gönderilerek kadının evlenmesine engel kalmadığı kayda alınır. Bu andan itibaren iddet süresi sona ermiş sayılır ve kadın dilediği kişiyle evlenebilir.
İddet Süresinin Kaldırılması Davasının Hukuki Önemi
İddet süresinin kaldırılması davası, biçimsel olarak bir aile hukuku prosedürü gibi görünse de özünde kadının evlenme özgürlüğünü koruyan bir hak arama yoludur. Kadınların yalnızca biyolojik farklılıkları nedeniyle evlenme haklarının ertelenmesi, modern hukukta kabul görmemektedir. Bu nedenle, iddet süresinin kaldırılması davası hem bireysel bir hak mücadelesi hem de toplumsal cinsiyet eşitliği açısından simgesel bir davadır.
AİHM’nin 2023 tarihli kararında da belirtildiği üzere, kadınların evlenme hakkına getirilen bu tür sınırlamalar artık demokratik bir toplumda gerekli kabul edilemez. Bu bağlamda, iddet süresinin kaldırılması davası yalnızca bireysel bir talep değil, aynı zamanda kadınların hukuki statülerinin eşitlenmesi yönünde bir adım olarak değerlendirilmelidir.
Babalık Karinesi (TMK m.285) ile İddet Süresi Arasındaki Hukuki İlişki
Babalık Karinesinin Tanımı ve Amacı
Türk Medeni Kanunu’nun 285. maddesi, “Babalık Karinesi” başlığını taşır ve çocuk ile baba arasındaki soybağının hangi durumlarda kurulacağını düzenler. Maddeye göre; “Evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır.” Bu düzenleme, hukuk sistemimizin aile yapısını ve soybağını koruma amacını taşır. Amaç, çocuk doğduğunda babalığın kime ait olacağı konusunda karışıklık yaşanmamasıdır.
Yani kanun koyucu, boşanma veya evliliğin sona ermesiyle birlikte, kadının yeniden evlenmesi halinde doğacak bir çocuğun önceki eşine mi yoksa yeni eşine mi ait olacağı yönündeki karışıklığı önlemek istemiştir. Bu nedenle, 300 günlük süre boyunca doğan her çocuk, kural olarak kadının önceki kocasına bağlanır.
İddet Süresinin Bu Karineyle Bağlantısı
İddet süresi (TMK m.132), doğrudan bu babalık karinesinin sonucudur. Kanun koyucu, kadının 300 günlük bekleme süresi içinde evlenmesini yasaklayarak, doğacak çocuğun soybağının karışmasını önlemek istemiştir. Dolayısıyla m.132 ile m.285 birbirini tamamlayan iki hükümdür: biri kadının yeniden evlenmesini sınırlandırır, diğeri çocukla ilgili soybağını belirler.
Ancak burada önemli bir nokta vardır: m.285’teki babalık karinesi bir “adi karine”dir. Yani aksi ispatlanabilir. Eğer doğan çocuğun biyolojik babasının başka biri olduğu DNA testiyle ispatlanırsa, karine çürütülür. Dolayısıyla soybağı karışıklığı riski, günümüz hukuk sisteminde bilimsel yollarla kolaylıkla giderilebilmektedir.
Modern Hukukta Babalık Karinesinin Uygulanabilirliği
DNA testi gibi bilimsel delillerin rutin hale geldiği günümüz toplumunda, 300 günlük bekleme süresine dayalı bu karine artık işlevini büyük ölçüde yitirmiştir. Babalık karinesinin korumak istediği amacın (nesebin belirlenmesi) modern hukukta çok daha kesin yollarla sağlanabilmesi, iddet süresinin varlık nedenini tartışmalı hale getirmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında da bu noktaya özellikle değinilmiştir. Mahkeme, soy karışıklığını önleme gerekçesinin “artık çağdaş bir toplumda geçerli bir amaç teşkil etmediğini” belirterek, iddet süresinin devamının kadınların özel hayatına, bedensel özerkliğine ve evlenme hakkına orantısız bir müdahale olduğunu tespit etmiştir.
Hukukî Çelişki ve Kadın Hakları Açısından Değerlendirme
Bu durumda, bir yandan Türk Medeni Kanunu kadının 300 gün beklemesini zorunlu kılarken, diğer yandan aynı kanunun 285. maddesi soybağı karinesini “aksi ispatlanabilir” nitelikte düzenlemiştir. Bu çelişki, kadınların evlenme hakkını sınırlarken soybağının zaten bilimsel yolla belirlenebildiği bir dönemde gereksiz bir yük yaratmaktadır.
Öte yandan, yalnızca kadınlara uygulanması sebebiyle iddet süresi, kadın-erkek eşitliği ilkesini zedeleyen bir düzenleme haline gelmiştir. Kadın, bedenine ve özel yaşamına dair bir bilgiyi devlet otoritesine sunmak zorunda bırakılırken; erkek, aynı durumda hiçbir kısıtlamaya tabi değildir. Bu durum, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesiyle ve 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayatın gizliliğiyle bağdaşmamaktadır.
Sonuç: 285. Maddenin Işığında 132. Maddenin Yeniden Değerlendirilmesi
Sonuç itibarıyla, TMK m.285’teki babalık karinesi, geçmişte soy karışıklığını önleme bakımından işlevsel olsa da, günümüzde m.132’deki iddet süresiyle birlikte uygulanması artık hukuki gerekliliğini yitirmiştir. DNA testlerinin kesin sonuç vermesi, karinenin amacını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle, iddet süresi kurumunun kadınların temel hak ve özgürlükleri, özel hayatın gizliliği ve eşitlik ilkesi açısından yeniden ele alınması gerekmektedir.
AİHM’nin Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında da açıkça vurgulandığı üzere, modern hukuk sistemleri artık soybağı karışıklığını değil, bireylerin hak ve özgürlüklerini koruma yönünde evrilmiştir. Bu bağlamda, Türk Medeni Kanunu’nun 132. ve 285. maddeleri arasındaki denge yeniden kurulmalı; kadınların evlenme hakkı üzerinde gereksiz sınırlamalara yol açan hükümler, çağdaş hukuk anlayışına uygun hale getirilmelidir.
İddet Süresinin Kadının Özel Hayatı ve Evlilik Hakkı Üzerindeki Etkileri
Hukuki Çerçeve ve Hakların Sınırlandırılması Sorunu
İddet süresi, kanun koyucu tarafından soybağı karışıklığını önleme amacıyla getirilmiş olsa da, uygulamada doğrudan kadının özel hayatına, bedenine ve evlenme özgürlüğüne müdahale eden bir düzenleme haline gelmiştir. Kadın, evlenebilmek için hamile olmadığını ispat etmek zorunda bırakılmakta; bu durum, bireyin bedeni üzerindeki tasarruf hakkını devlet denetimine açmaktadır. Oysa Anayasa’nın 20. maddesi uyarınca herkesin özel hayatına ve beden bütünlüğüne saygı gösterilmesi esastır. Bu hakkın sınırlandırılması ancak demokratik bir toplumda gerekli, ölçülü ve meşru sebeplere dayanabilir.
300 günlük bekleme süresinin arkasındaki gerekçe, soybağının karışmaması düşüncesidir. Ancak bu gerekçe, günümüz hukuk düzeninde artık objektif bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır. DNA testi gibi bilimsel yöntemlerle babalık mutlak şekilde tespit edilebilmekte; bu nedenle kadınlara özgü bu sınırlamanın devamı, hukuk devleti ilkesine ve eşitlik ilkesine aykırı bir uygulama oluşturmaktadır. Kanun koyucunun geçmişteki toplumsal koşullarda haklı görülebilecek amacı, teknolojik ve sosyal gelişmeler karşısında artık orantılı bir müdahale niteliği taşımamaktadır.
Evlenme Özgürlüğüne Müdahale Niteliği
Anayasa’nın 20. ve 41. maddelerinde düzenlenen özel hayatın gizliliği ve aile kurma hakkı, bireyin evlenme kararını serbestçe alabilmesini güvence altına alır. Kadının iddet süresi dolmadan evlenememesi veya evlenebilmek için mahkeme kararı alması zorunluluğu, bu hakların doğrudan sınırlandırılması anlamına gelir. Üstelik aynı durum erkekler için geçerli değildir. Bu nedenle iddet süresi, yalnızca evlenme hakkını değil, cinsiyetler arasında eşit muameleyi de ihlal eden bir düzenleme olarak değerlendirilmelidir.
Uygulamada kadınlar, evlenebilmek için Aile Mahkemesi’ne başvurmakta, sağlık kurumuna sevk edilmekte ve gebe olmadıklarını resmî bir raporla kanıtlamak zorunda kalmaktadır. Bu süreç, kadının özel hayatının ve mahremiyetinin kamu otoriteleri önünde sorgulanması sonucunu doğurur. Bu durum, kadının kendi bedeni ve yaşamı üzerindeki tasarruf hakkını sınırlandıran bir müdahaledir ve çağdaş hukuk sistemlerinde meşru kabul edilmemektedir.
AİHM’nin Değerlendirmesi ve Ölçülülük Analizi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında bu meseleyi ölçülülük ilkesi çerçevesinde değerlendirmiştir. Mahkeme, soybağının karışmasını önleme amacının meşru kabul edilebileceğini; ancak kadınların evlenmesini 300 gün süreyle engellemenin bu amaca ulaşmak için zorunlu ve orantılı bir yöntem olmadığını belirtmiştir. Mahkeme’ye göre, iddet süresi modern toplumda artık işlevini yitirmiş bir düzenlemedir ve bu tür sınırlamalar kadınların özel hayatına, bedensel özerkliğine ve evlenme hakkına orantısız bir müdahale niteliği taşımaktadır.
AİHM ayrıca, bu sürenin yalnızca kadınlara uygulanmasının AİHS’nin 14. maddesinde düzenlenen ayrımcılık yasağını ihlal ettiğini açıkça tespit etmiştir. Erkekler açısından hiçbir bekleme süresi öngörülmemesi, kadınlara yönelik bu kısıtlamayı açık bir cinsiyet temelli farklı muamele haline getirmektedir. Mahkeme, Türkiye’nin kadının evlenme özgürlüğüne getirilen bu sınırlamayı kaldırması gerektiği yönünde açık bir mesaj vermiştir.
Ulusal Hukuk Açısından Değerlendirme
Türk hukukunda temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında ölçülülük ilkesi esastır. Bu ilke gereği, bir hakkın sınırlandırılması meşru bir amaca dayanmalı, elverişli olmalı, gereklilik ve orantılılık ölçütlerini sağlamalıdır. İddet süresi bakımından bu ölçütler incelendiğinde, kuralın amaçla araç arasındaki dengeyi kaybettiği görülmektedir. Soybağının korunması amacı artık teknolojik araçlarla sağlanabildiğinden, kadının evlenme özgürlüğünün sınırlandırılması gereksiz hale gelmiştir. Bu durum, kadının kişisel özgürlük alanına gereksiz bir müdahale oluşturmakta ve demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmamaktadır.
Bu nedenle, iddet süresi düzenlemesinin varlığı dahi kadınların evlenme hakkı üzerinde psikolojik ve hukuki bir baskı oluşturmaktadır. Kadınlar, boşanmanın ardından özgürce yeni bir hayat kurmak istediklerinde, hukuken engelle karşılaşmakta ve mahkemeye başvurma zorunluluğu hissetmektedir. Bu süreç, bireysel hakların etkin kullanımını zedelemekte ve toplumsal cinsiyet eşitliği hedefiyle çelişmektedir.
Sonuç ve Değerlendirme
Sonuç olarak, iddet süresi kurumu artık hukuk sistemimizde meşru bir gerekçeye dayanmamakta; aksine, kadınların özel yaşamına ve evlenme özgürlüğüne müdahale teşkil etmektedir. AİHM içtihadı ve Anayasa’nın temel haklara ilişkin hükümleri dikkate alındığında, Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesinin gözden geçirilmesi zorunludur.
Kanun koyucunun, toplumsal gerçeklerle ve bilimsel gelişmelerle uyumlu yeni bir düzenleme yapması; kadının evlenme hakkını sınırlayan bu kuralı kaldırması veya cinsiyetler arası eşitliği sağlayacak şekilde yeniden düzenlemesi, çağdaş hukuk anlayışının bir gereğidir. Aksi halde, iddet süresi uygulaması hem ulusal hem de uluslararası hukuk normları karşısında ayrımcı ve ölçüsüz bir müdahale olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir.
İddet Süresinin Kaldırılmasına İlişkin Dava Süreci ve Uygulama Esasları
Davanın Niteliği ve Hukuki Dayanağı
İddet süresinin kaldırılması davası, niteliği itibarıyla kadının şahsına sıkı sıkıya bağlı bir hak olup, yalnızca kadın tarafından veya vekili aracılığıyla açılabilir. Davanın konusu, boşanma veya evliliğin başka bir sebeple sona ermesinden itibaren kadının evlenme hakkı üzerindeki bekleme süresinin mahkeme kararıyla ortadan kaldırılmasıdır. Bu dava, Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesine dayanmakta olup, yargılamanın esası kadının hamile olmadığının tespitine ilişkindir.
Bu yönüyle iddet süresinin kaldırılması davası, aile hukuku alanında bireyin kişisel statüsünü doğrudan etkileyen, kamu düzenine de ilişkin bir dava türüdür. Aile Mahkemesi, kadının beyanı ve sunulan tıbbi rapor doğrultusunda karar verir; davalı taraf bulunmadığından yargılama çekişmesizdir. Mahkeme, kararın kesinleşmesiyle birlikte kadının evlenmesine engel bir hukuki durum kalmadığına hükmeder.
Görevli ve Yetkili Mahkeme
Bu davalarda görevli mahkeme Aile Mahkemesi’dir. Aile Mahkemesi bulunmayan yerlerde davaya Asliye Hukuk Mahkemesi, Aile Mahkemesi sıfatıyla bakar. Yetkili mahkeme ise kadının yerleşim yeri mahkemesidir. Uygulamada, kadın boşanma kararının verildiği mahkemede veya halihazırda ikamet ettiği yerde davayı açabilmektedir. Dava basit yargılama usulüne tabidir ve genellikle tek celsede sonuçlanır.
Dava Dilekçesi ve Eklenecek Belgeler
Kadının davayı açarken mahkemeye sunması gereken belgeler genellikle şunlardır:
- Boşanma kararının kesinleşmiş örneği,
- Boşanmanın nüfus kayıtlarına işlendiğini gösteren belge,
- Hamile olmadığını gösterir resmî sağlık raporu (devlet hastanesinden alınmış),
- Kimlik fotokopisi ve adres bilgileri.
Dilekçede, boşanmanın kesinleşme tarihi açıkça belirtilmeli ve “hamile olmadığımın tespitiyle iddet süresinin kaldırılmasına karar verilmesini talep ederim” ifadesine yer verilmelidir. Aile Mahkemesi, dilekçedeki talep doğrultusunda gerekli incelemeyi yaparak karara varır.
Mahkeme Süreci ve Karar
Mahkeme, başvurucunun hamile olup olmadığını değerlendirmek amacıyla çoğu durumda kadını devlet hastanesine sevk eder. Bu sevk, uygulamada neredeyse istisnasız bir biçimde yapılmaktadır. Hastane raporunda kadının hamile olmadığının tespiti hâlinde mahkeme, iddet süresinin kaldırılmasına karar verir. Karar kesinleştiğinde, mahkeme yazı işleri tarafından ilgili nüfus müdürlüğüne ve evlendirme memurluğuna bildirimde bulunulur.
Bu karar, kadının evlenme hakkını yeniden kazanması anlamına gelir. Artık iddet süresine bağlı bir engel kalmadığından, kadın dilediği kişiyle evlenebilir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, karar kesinleşmeden evlenme işleminin yapılamayacağıdır. Mahkeme kararının kesinleşme şerhi taşımaması hâlinde evlendirme memurluğu işlem yapmaz.
Yargı Kararları ve Uygulamadaki Sorunlar
Uygulamada mahkemelerin büyük çoğunluğu, kadının beyanı yerine resmî hastane raporunu esas almakta; bu nedenle kadınların tıbbi muayeneye zorlanması eleştiri konusu olmaktadır. Özellikle Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kadının evlenebilmek için tıbbi testten geçmeye zorlanmasını özel hayatın gizliliği hakkına aykırı bulmuştur. Mahkeme’ye göre, iddet süresinin kaldırılması süreci kadının beyanına dayalı, daha az müdahaleci bir mekanizmayla yürütülmelidir.
Türk içtihatlarında ise Yargıtay, iddet süresi dolmadan evlenme işlemi yapılmışsa, bu evliliğin “geçersiz” olacağına hükmetmiştir. Ancak mahkeme kararıyla sürenin kaldırılması hâlinde evliliğin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu yaklaşım, evlenme işlemlerinin kamu düzenine ilişkin niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Değerlendirme
İddet süresinin kaldırılması davası, kadının evlenme hakkını kullanabilmesi için bir zorunluluk olmaya devam etmektedir. Ancak mevcut haliyle dava süreci, kadının özel hayatına gereksiz müdahale niteliği taşımakta ve cinsiyet temelli bir ayrımcılığı sürdürmektedir. Kadının evlenebilmek için mahkeme önünde hamile olmadığını ispat etmesi, çağdaş hukuk ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.
Bu nedenle, uygulamanın kadının beyanına güven esasına dayanacak şekilde sadeleştirilmesi ve iddet süresinin kaldırılması prosedürünün idari düzeyde çözümlenmesi gerektiği yönünde doktrinde güçlü görüşler mevcuttur. Böylelikle hem kadının özel hayatı korunacak hem de yargının gereksiz iş yükü azaltılacaktır. Nihayetinde, iddet süresi kurumunun tamamen kaldırılması veya her iki cinsiyet için eşit uygulanabilir hale getirilmesi, Anayasa’nın 10. ve 20. maddeleriyle uyumlu bir düzenleme olacaktır.
İddet Süresinin Anayasal ve Uluslararası Hukuk Bakımından Değerlendirilmesi
Anayasal Eşitlik İlkesi (Anayasa m.10)
Anayasa’nın 10. maddesi, “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükmünü amirdir. Bu düzenleme, hukuk sistemimizin temel taşı niteliğinde olup, kanun koyucunun herhangi bir cinsiyete ayrıcalık veya kısıtlama tanımasını engeller. Ancak Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi yalnızca kadınlar için 300 günlük bekleme süresi öngörmekte, erkekler için herhangi bir sınırlama getirmemektedir. Bu durum, kanun karşısında eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelir.
Kadının evlenme hakkının, biyolojik cinsiyetine bağlı olarak sınırlanması, hukuk önünde eşitlik anlayışıyla bağdaşmadığı gibi, kadınların özgür iradeleriyle hayatlarını planlama haklarını da zedeler. Erkek için hiçbir bekleme süresi öngörülmemesi, kanun önünde fiilî bir ayrıcalık yaratır. Bu nedenle iddet süresi düzenlemesi, Anayasa’nın 10. maddesindeki “cinsiyete dayalı eşitlik” ilkesini ihlal eden bir normdur.
Özel Hayatın Gizliliği (Anayasa m.20)
Anayasa’nın 20. maddesi, herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkını güvence altına alır. Kadının evlenebilmek için hamile olmadığını ispat etmek zorunda bırakılması, özel hayatın gizliliği hakkına doğrudan müdahale teşkil eder. Bu zorunluluk, kadının bedensel bütünlüğü ve mahremiyeti üzerinde kamusal denetim yaratmakta; bireyin kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkını devlet kontrolüne açmaktadır.
Bu bağlamda, iddet süresinin kaldırılması davası kapsamında yapılan tıbbi muayene zorunluluğu, özel hayatın gizliliğine saygı hakkıyla çatışan bir uygulamadır. Mahkemenin bu hakkı korumakla yükümlü olduğu dikkate alındığında, mevcut düzenlemenin kadınlar açısından ölçüsüz bir sınırlama oluşturduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru kararlarında da vurgulandığı üzere, devletin özel hayatın gizliliği hakkını koruma yönündeki pozitif yükümlülüğü, bireyin bedensel özerkliğine saygı göstermeyi gerektirir.
Aile Kurma ve Evlilik Hakkı (Anayasa m.41 ve AİHS m.12)
Anayasa’nın 41. maddesi “Aile, Türk toplumunun temelidir” ifadesiyle aile kurumunu koruma altına alırken, bireylerin evlenme özgürlüğüne de dolaylı bir güvence tanır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 12. maddesi ise “Evlenme hakkı ve aile kurma hakkı” başlığı altında herkesin bu hakka sahip olduğunu belirtir. Ancak iddet süresi uygulaması, kadının evlenme hakkını yalnızca cinsiyeti sebebiyle erteleyen bir düzenleme olduğundan, hem ulusal hem uluslararası hukukta güvence altına alınmış evlenme özgürlüğünü ihlal eder niteliktedir.
AİHM’nin Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında da bu husus açıkça ortaya konmuştur. Mahkeme, kadının evlenme hakkının kullanılmasını 300 günlük bekleme süresine bağlayan uygulamayı, AİHS’nin 12. maddesi kapsamındaki evlenme hakkına aykırı bulmuş; ayrıca bu uygulamanın kadınlar yönünden cinsiyet temelli ayrımcılık oluşturduğunu tespit etmiştir. Mahkeme, demokratik toplumlarda bu tür bir müdahalenin “gerekli” olarak kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır.
Ayrımcılık Yasağı (AİHS m.14)
AİHS’nin 14. maddesi, sözleşmede güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin kullanılmasında hiçbir kimsenin cinsiyet, doğum veya diğer statüler nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulamayacağını düzenler. İddet süresi yalnızca kadınlara uygulanmakta, erkekler bakımından aynı durumda herhangi bir bekleme süresi öngörülmemektedir. Bu durum, cinsiyet temelli doğrudan bir ayrımcılık oluşturur.
AİHM kararında Türkiye’nin, bu uygulamayı sürdürmek için ileri sürdüğü gerekçeleri (soybağı karışıklığının önlenmesi, kamu düzeninin korunması gibi) yeterli bulmamış; soybağının DNA testleriyle belirlenebildiğini ve bu nedenle kadınların evlenme özgürlüğünü sınırlamanın meşru bir amaçla orantısız olduğunu belirtmiştir. Böylece Mahkeme, iddet süresi kuralının artık demokratik toplum düzeninde meşru bir temele dayanmadığı sonucuna ulaşmıştır.
Hukukun Güncel Yorumuyla Çatışma
Hukuk sistemleri, toplumsal gelişmeler ve teknolojik ilerlemeler karşısında durağan kalamaz. 1926 tarihli Medeni Kanun’da yer alan iddet süresi, o dönem için soybağının korunmasına hizmet eden bir kural iken, günümüzde işlevini yitirmiş bir sınırlamadır. Anayasal eşitlik, özel hayatın gizliliği ve evlenme özgürlüğü ilkeleri birlikte değerlendirildiğinde, iddet süresinin çağdaş hukukla bağdaşmadığı açıktır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa’nın temel haklara ilişkin hükümleri birlikte yorumlandığında, iddet süresi düzenlemesinin mevcut haliyle kaldırılması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır. Zira hukuk düzeninin amacı, bireylerin yaşamlarını kısıtlamak değil, özgürlük alanlarını korumaktır. Kadının evlenme hakkına getirilen bu sınırlama, artık hukuk sistemimizde sürdürülebilir bir gerekçeye dayanmamaktadır.
İddet Süresinin Kaldırılmasına İlişkin Reform İhtiyacı ve Uygulamada Öneriler
Mevcut Durumun Uygulamadaki Sonuçları
Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesinde yer alan iddet süresi, yalnızca kadınlara özgü bir evlenme engeli olarak varlığını sürdürmektedir. Her ne kadar soybağının korunması amacıyla getirilmiş olsa da, uygulamada kadınların kişisel hak ve özgürlükleri üzerinde gereksiz bir yük oluşturduğu açıktır. Boşanma kararının kesinleşmesiyle birlikte kadın, yeni bir evlilik yapabilmek için mahkeme kararı almak zorunda kalmakta; bu süreç çoğu durumda psikolojik bir baskı ve bürokratik bir engel haline gelmektedir.
Uygulamada, Aile Mahkemeleri kadınları devlet hastanesine sevk ederek hamile olmadıklarına ilişkin rapor istemekte; bu durum, kadınların bedensel mahremiyetini zedeleyen bir yöntem olarak eleştirilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de tespit ettiği üzere, bu uygulama bireyin özel yaşamına ölçüsüz bir müdahale niteliği taşımaktadır. Kadının kendi beyanının yeterli görülmemesi, hukuken “kadının sözünün güvenilmez olduğu” yönünde toplumsal bir önyargıyı da beslemektedir. Bu bakımdan iddet süresi kurumu, yalnızca bir hukuk normu değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sürdüren sembolik bir uygulama haline gelmiştir.
Doktrindeki Görüşler ve Karşı Argümanlar
Hukuk doktrininde iddet süresinin korunması gerektiğini savunan görüşler, soybağının karışmaması amacının hâlen kamu düzeni bakımından önem taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak bu görüş, teknolojik ve tıbbi gelişmelerin geldiği noktada artık ikna edici değildir. DNA testi, babalığın tespitinde mutlak doğruluk sağlayan bir yöntemdir. Dolayısıyla soybağının karışması ihtimali bilimsel olarak ortadan kalkmıştır. Bu durumda, kadının 300 gün boyunca evlenmesinin yasaklanması ne kamu yararıyla ne de ölçülülük ilkesiyle bağdaştırılabilir.
Ayrıca iddet süresinin “kadını koruma” amacı taşıdığı iddiası da modern hukuk anlayışında karşılık bulmamaktadır. Koruma gerekçesi, kadının bireysel iradesini sınırlandıran paternalist bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Kadının evlenip evlenmeme kararı, devletin koruma yükümlülüğünden bağımsız olarak, bireyin özgür iradesine dayanmalıdır. Bu nedenle doktrinde hâkim olan çağdaş görüş, iddet süresinin tamamen kaldırılması veya cinsiyetler arası eşitlik gözetilerek yeniden düzenlenmesi yönündedir.
Reform Önerileri
1. Yasal Değişiklik
Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi, çağdaş hukuk ilkeleriyle uyumlu hale getirilmeli ve cinsiyete dayalı farklı uygulamaları ortadan kaldıracak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Bu kapsamda;
- İddet süresi ya tamamen kaldırılmalı,
- ya da soybağı karinesinin cinsiyet farkı gözetmeksizin her iki eş açısından da eşit biçimde uygulanması sağlanmalıdır.
Bu değişiklik, kadın-erkek eşitliği ilkesinin iç hukuktaki yansımasını güçlendirecek, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere de uyum sağlayacaktır.
2. Kadının Beyanına Güven Esası
İddet süresinin kaldırılması davasında, kadının hamile olmadığını resmi raporla değil, beyanıyla bildirmesi yeterli kabul edilmelidir. Kadının beyanı aksi ispat edilmedikçe geçerli sayılmalı, yalnızca şüphe doğuran durumlarda tıbbi rapor istenmelidir. Bu yöntem, hem özel hayatın gizliliğini korur hem de yargı sürecini hızlandırır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “daha az müdahaleci yöntem” kriteriyle de uyumludur.
3. İdari Sürecin Basitleştirilmesi
İddet süresinin kaldırılması başvuruları, yargı mercilerinden alınarak nüfus müdürlükleri veya evlendirme daireleri nezdinde çözülebilir. Kadının beyanı doğrultusunda yapılacak idari işlem, gereksiz mahkeme yoğunluğunu ortadan kaldıracak ve kadının evlenme hakkını hızla kullanmasını sağlayacaktır. Böylece iddet süresi, fiilen bir engel olmaktan çıkacaktır.
4. Toplumsal Bilinçlendirme ve Kadın Hakları Perspektifi
İddet süresi tartışması yalnızca hukuki bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir zihniyet sorunudur. Kadının boşanma sonrasında yeniden evlenme hakkının sorgulanması, toplumda yerleşik bazı geleneksel kalıpların yansımasıdır. Bu anlayış, modern hukuk devletiyle bağdaşmaz. Hukukun toplumsal dönüşümde öncü bir rol üstlenmesi, cinsiyet temelli ayrımcılıkların ortadan kaldırılmasında zorunludur.
Bu nedenle, iddet süresinin kaldırılması yönünde yapılacak her yasal reformun yalnızca metin düzeyinde kalmaması; yargı mensupları, idari personel ve toplumun tüm kesimleri tarafından benimsenmesi gerekir. Kadının evlenme hakkının, erkeğinkiyle eşit biçimde kullanılabildiği bir hukuk düzeni, ancak bu farkındalıkla mümkündür.
Sonuç
İddet süresi kurumu, tarihsel bağlamda meşru bir amaca dayanmış olsa da, günümüz hukuk anlayışı ve bilimsel imkânları karşısında işlevsiz hale gelmiştir. Mevcut haliyle kadınların özel hayatına, beden bütünlüğüne ve evlenme özgürlüğüne gereksiz biçimde müdahale etmekte; cinsiyet eşitliği ilkesini zedelemektedir.
Bu nedenle, Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesinin ya yürürlükten kaldırılması ya da cinsiyet eşitliğini gözeten yeni bir düzenlemeyle değiştirilmesi gerekmektedir. Aksi halde, iddet süresi kuralı hem Anayasa’nın 10. ve 20. maddeleriyle hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8., 12. ve 14. maddeleriyle çatışmaya devam edecektir. Hukukun temel amacı, bireyin özgür iradesini korumak ve eşitliği tesis etmektir. Kadının evlenme hakkını kısıtlayan iddet süresi uygulaması, bu amacın tam tersine hizmet etmektedir.
Genel Değerlendirme ve Sonuç
İddet Müddetinin Tarihsel Gerekçesi ve Güncel Hukukta Geçerliliği
İddet süresi, Türk hukuk sistemine Osmanlı döneminden miras kalan ve 1926 tarihli Medeni Kanun’un kabulüyle kanunlaşan bir kurumdur. Tarihsel olarak kadının yeniden evlenmeden önce hamile olup olmadığının anlaşılmasını sağlamak, dolayısıyla soybağının karışmasını önlemek amacıyla getirilmiştir. Ancak bu gerekçe, modern hukuk düzenlerinde artık pratik bir anlam taşımamaktadır.
Bugün soybağı karışıklığını önlemenin en güvenilir yolu, DNA testi gibi bilimsel yöntemlerle biyolojik babalığın belirlenmesidir. Bu imkân mevcutken, kadının yeniden evlenebilmek için 300 gün beklemesini zorunlu kılan bir düzenlemenin varlığını sürdürmesi, ölçülülük, gereklilik ve eşitlik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.
Uluslararası Yükümlülükler ve Kadın Hakları Perspektifi
Türkiye, taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle kadın-erkek eşitliğini sağlama ve ayrımcılığı ortadan kaldırma yönünde açık taahhütlerde bulunmuştur. Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) başta olmak üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) de devletlere bu yönde pozitif yükümlülükler yüklemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nurcan Bayraktar / Türkiye kararında bu yükümlülüklerin altını çizmiş; iddet süresinin kadınların evlenme hakkına ve özel yaşamlarına ölçüsüz bir müdahale oluşturduğunu tespit etmiştir. Mahkeme, 300 günlük bekleme süresinin artık çağdaş toplumda meşru bir gerekçeye dayanmadığını, uygulamanın kadının cinsiyeti nedeniyle farklı muameleye tabi tutulması anlamına geldiğini açıkça ortaya koymuştur.
İç Hukukta Reform İhtiyacının Zorunluluğu
Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesi, ilk kabul edildiği dönemde toplumsal koşullarla uyumlu bir düzenleme olarak görülebilirdi. Ancak bugün, bu hükmün hem Anayasa’nın 10. ve 20. maddeleri hem de AİHS hükümleri karşısında sürdürülebilir olmadığı açıktır. Kadının evlenme hakkına getirilen bu sınırlama, artık hukuk sisteminin koruması gereken meşru bir amacı temsil etmemektedir.
Bu nedenle kanun koyucunun, iddet süresi kurumunu çağdaş hukuk ilkeleriyle uyumlu hale getirmek üzere bir reform süreci başlatması zorunludur. Bu reform, yalnızca kadınların evlenme hakkını genişletmeye değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası insan hakları yükümlülüklerine uyum sağlamasına da hizmet edecektir.
Hukukun Amacı ve Birey Özgürlüğü
Hukukun temel işlevi, bireyin özgür iradesini korumak ve adalet duygusunu güçlendirmektir. Kadının evlenme hakkını sınırlayan iddet süresi uygulaması, bu amaca hizmet etmemekte; aksine, bireyin özel yaşamına devlet müdahalesini meşrulaştırmaktadır. Kadının boşanma sonrasında hayatını yeniden kurma iradesi, ne toplumsal önyargılarla ne de geçmişin korumacı hukuk anlayışıyla sınırlandırılmamalıdır.
Bu bağlamda, iddet süresinin kaldırılması yalnızca teknik bir hukuk reformu değil, aynı zamanda kadın-erkek eşitliğinin somutlaşması ve bireysel özgürlüğün güçlenmesi açısından da bir dönüm noktası olacaktır. Kadının özel hayatına ve evlenme hakkına saygı gösterilmesi, çağdaş bir hukuk devleti olmanın vazgeçilmez koşuludur.
Sonuç
Sonuç itibarıyla, iddet (bekleme) süresi kurumu artık modern hukuk düzeni içinde varlığını sürdürme gerekçesini kaybetmiştir. Uygulama, kadınların özel hayatına, bedensel özerkliğine ve evlenme hakkına ölçüsüz bir müdahale niteliği taşımakta; cinsiyet temelli ayrımcılığa yol açmaktadır.
Bu nedenle, Türk Medeni Kanunu’nun 132. maddesinin ya tamamen yürürlükten kaldırılması ya da her iki cinsiyeti eşit şekilde kapsayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yönde atılacak bir adım, hem Türkiye’nin uluslararası insan hakları yükümlülükleriyle uyumlu olacak hem de hukuk sistemimizin eşitlik ve özgürlük ilkelerini güçlendirecektir.
Hukuk, bireyin özgürlüğünü korumak için vardır. Kadının evlenme hakkını 300 gün süreyle sınırlandıran bir norm, artık bu amaca hizmet etmemekte; aksine özgür iradeyi kısıtlamaktadır. Dolayısıyla, iddet süresi kurumunun kaldırılması, yalnızca bir hukuk reformu değil, kadınların insan onuruna yakışır şekilde eşit yurttaşlık haklarını kullanabilmesinin de sembolü olacaktır.
İletişim Bilgileri
İddet (Bekleme) Süresinin Kaldırılması Davası ve aile hukukuna ilişkin konularda bilgi almak veya hukuki danışma talebinde bulunmak için aşağıdaki iletişim kanallarından bizimle irtibat kurabilirsiniz:
Avukat İnanç Eker Hukuk Bürosu
Barbaros Mahallesi Mor Menekşe Sokak Deluxia Suites Sitesi No: 3A Kat:12 Daire:155 Ataşehir / İSTANBUL
Telefon: 0216 514 74 04
WhatsApp: 0532 245 74 66
E-posta: info@inanceker.av.tr
Web Sitesi: inanceker.av.tr
Google Maps: Konumu Gör
LinkedIn: Av. İnanç Eker
Avukat İnanç Eker Hukuk Bürosu, İstanbul genelinde aile hukuku, miras hukuku, gayrimenkul hukuku, ticaret hukuku ve icra-iflas hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Boşanma, nafaka, velayet, iddet süresinin kaldırılması, mal paylaşımı ve kişisel hakların korunması gibi konularda hukuki danışmanlık ve temsil hizmeti sunulmaktadır.
Avukat ve arabuluculardan oluşan ekibimiz, etik değerlere bağlı ve insan onuruna saygılı bir çalışma anlayışıyla hareket etmektedir. Aile hukukuna ilişkin uyuşmazlıklarda müvekkillerin haklarını koruma amacıyla, mesleğin onuruna uygun şekilde görev yapılmaktadır.
© Avukat İnanç Eker Hukuk Bürosu — Tüm hakları saklıdır.