Hakaret Suçu, Önödeme ve Yeni Usul: Türk Ceza Hukukunda Korunan Değerler, Mevzuat Değişiklikleri ve Uygulama Analizi
Giriş
Hakaret suçu, Türk Ceza Kanunu’nda kişilerin onur, şeref ve saygınlığını koruma amacıyla düzenlenmiş en temel suç tiplerinden biridir. Toplumsal yaşamın temeli olan karşılıklı saygı ve güven ilişkisinin zedelenmesi, yalnızca bireylerin değil, aynı zamanda toplum düzeninin de sarsılmasına yol açar. Bu nedenle hakaret suçu, yalnızca bireyler arası bir çatışma konusu olarak değil, aynı zamanda toplumsal barışın ve demokratik iletişimin sınırlarını belirleyen bir ceza normu olarak değerlendirilmektedir.
Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi, “Bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kimseye...” ifadeleriyle başlayan ve çeşitli alt bentlerde farklı nitelikli halleri düzenleyen bir normatif yapıya sahiptir. Suçun tanımı, bireyin kişisel bütünlüğünü, manevi varlığını ve toplumsal itibarını koruma amacına yöneliktir. Bu kapsamda, hakaret suçunun konusu yalnızca bireyin iç dünyasında hissettiği elem ya da küçük düşürülme duygusu değil; toplum nezdinde kişinin değerinin, saygınlığının ve itibarlı varlığının korunmasıdır. Başka bir ifadeyle, bu suç bireysel bir “duygu suçu” değil, “sosyal saygınlık suçu” niteliğindedir.
Anayasa’nın 17. maddesi, herkesin “maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı”na sahip olduğunu düzenleyerek, hakaret suçunun koruduğu hukuki değerin anayasal temelini oluşturur. Aynı şekilde, Anayasa’nın 20. maddesi de özel hayatın gizliliği ve kişisel saygınlığın korunması hakkını güvence altına alır. Bu iki madde, hakaret suçunun yalnızca bir ceza normu değil, aynı zamanda anayasal bir hak koruma aracına dönüşmesini sağlar. Dolayısıyla, TCK m.125 ile Anayasa hükümleri arasında organik bir bağ mevcuttur; biri bireyin toplumsal değerini, diğeri insan onurunu güvence altına alır.
Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10. maddesi ifade özgürlüğünü güvence altına alırken, bu özgürlüğün başkalarının şöhret ve haklarının korunması amacıyla sınırlanabileceğini açıkça belirtir. Bu nedenle, ifade özgürlüğü ile kişilik haklarının korunması arasındaki denge, hakaret suçunun en tartışmalı yönlerinden birini oluşturur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında da açıkça görüldüğü üzere, demokratik bir toplumda ifade özgürlüğü temel bir değer olmakla birlikte, bu özgürlüğün kullanımı kişisel onura zarar verici boyuta ulaştığında sınırlanabilir. Bu çerçevede hakaret suçu, hem bireyin korunması hem de kamu düzeninin sürdürülmesi bakımından bir “denge suçu” olarak karşımıza çıkar.
Türk hukukunda hakaret suçunun gelişimi, ceza siyaseti bakımından önemli dönüşümler geçirmiştir. 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nda “şahısların şeref ve haysiyetine karşı cürümler” başlığı altında düzenlenen hakaret fiilleri, 5237 sayılı Kanun ile daha çağdaş bir terminolojiye kavuşturulmuş ve suçun unsurları kişilik hakları merkezinde yeniden tanımlanmıştır. Bu geçiş, klasik cezalandırma anlayışından bireyin toplumsal itibarı ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi gözeten modern bir yaklaşıma işaret eder.
Hakaret suçunun, özellikle dijital çağda sosyal medya ve çevrim içi iletişim araçları üzerinden işlenmesi, suçun geleneksel sınırlarını aşmasına neden olmuştur. Bir paylaşım, bir yorum veya bir “emoji” bile aleniyet kazanarak hakaret suçunun konusuna dönüşebilmektedir. Bu gelişmeler, hem suçun maddi unsurunun hem de kastın tespiti bakımından yeni hukuki tartışmaları beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla, dijital iletişimin sınır tanımaz niteliği karşısında, “ifade özgürlüğü” ile “şeref ve saygınlık hakkı” arasındaki sınırın yeniden çizilmesi zorunlu hale gelmiştir.
Son yıllarda, hakaret suçunun yalnızca ceza normu düzeyinde değil, aynı zamanda usul hukuku bakımından da ciddi değişimlere uğradığı görülmektedir. Özellikle 7531 sayılı Kanun ile yapılan düzenleme sonucu hakaret suçunun belirli halleri “önödeme” kapsamına alınmış, uzlaştırma kurumunun kapsamı daralmış ve Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki (CMK) uygulama süreçleri köklü biçimde değişmiştir. Bu değişiklik, klasik uzlaştırma mantığından farklı olarak, yargılamanın hızlandırılması ve mahkeme iş yükünün azaltılması hedefiyle getirilmiştir. Ancak bu hızlandırma, beraberinde önemli bir tartışmayı da doğurmuştur: “Hızlı yargı mı, adil yargı mı?”
Önödeme kurumu, basit cezalarda yargılamayı ortadan kaldıran, failin belirli bir para miktarını ödemesiyle ceza davasının düşmesini sağlayan bir mekanizmadır. 7531 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte hakaret suçunun bazı halleri bu kapsam içine alınmış, böylece uzlaştırma süreci bypass edilmiştir. Bunun sonucunda, mağdurun tatmin duygusu ve toplumsal uzlaşma hedefi bir ölçüde ikinci plana itilmiştir. Bu yönüyle, yeni düzenleme hem ceza adalet sisteminin yapısal dengesini hem de mağdur–fail ilişkisini yeniden şekillendirmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 27 Mart 2025 tarihli ve E.2024/197, K.2025/86 sayılı kararı, bu düzenlemenin eşitlik ve ölçülülük ilkeleri bakımından değerlendirilmesi açısından dönüm noktası niteliğindedir. Kararda, hakaret suçunun yalnızca belirli hallerinde önödeme uygulanmasının hukuki belirsizlik doğurduğu ve benzer fiillerin farklı usul rejimlerine tabi tutulmasının eşitlik ilkesine aykırı olduğu vurgulanmıştır. Mahkeme, düzenlemenin 28 Şubat 2026 tarihinde yürürlüğe girmek üzere iptaline karar vererek, uygulamada yeniden bir geçiş süreci başlatmıştır.
Bu gelişmeler, hakaret suçunun yalnızca ceza hukuku açısından değil, aynı zamanda anayasal haklar, insan hakları ve ceza siyaseti bakımından da yeniden yorumlanmasını zorunlu hale getirmiştir. Artık hakaret suçu, sadece bir bireyin kişisel itibarıyla sınırlı bir konu değil; hukuk sisteminin ifade özgürlüğü, insan onuru ve adil yargılanma ilkeleri arasındaki dengenin nasıl kurulduğunu gösteren bir ölçüt haline gelmiştir.
Bu makalede, hakaret suçunun Türk Ceza Kanunu’ndaki yeri, suçun maddi ve manevi unsurları, hukuka aykırılık halleri, nitelikli şekilleri ve uygulamadaki güncel değişiklikler ayrıntılı biçimde incelenecektir. Özellikle 7531 sayılı Kanun’un getirdiği önödeme sistemi, uzlaştırma kurumunun sınırları ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı çerçevesinde ortaya çıkan yeni yargılama rejimi, hem dogmatik hem uygulama yönüyle ele alınacaktır.
Aşağıda, hakaret suçunun kanuni dayanağı ve dogmatik unsurları (maddi–manevi unsur ile hukuka aykırılık) sistematik biçimde incelendikten sonra, soruşturma ve kovuşturma usulleri ile 7531 sayılı Kanun ve Anayasa Mahkemesi kararının uygulamadaki etkileri ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
I. Hakaret Suçunun Kanuni Dayanağı ve Hukuki Niteliği
Hakaret suçu, Türk Ceza Kanunu’nun İkinci Kitap, Sekizinci Bölümünde, “Şerefe Karşı Suçlar” başlığı altında 125 ila 131. maddeler arasında düzenlenmiştir. Bu sistematik yerleşim, suçun korunmak istenen hukuki değerinin “bireyin onur, şeref ve saygınlığı” olduğunu açık biçimde gösterir. Kanun koyucu, kişilik haklarının manevi boyutunu ceza hukukunun koruma alanına dâhil ederek, toplum içindeki bireysel saygınlığın ihlal edilmesini yalnızca özel hukuk bakımından değil, aynı zamanda kamu düzeni açısından da tehlikeli bir fiil olarak görmüştür.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi, hakaret suçunu şu şekilde tanımlar: “Bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kimseye, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.” Bu tanım, basit bir “hakaret fiili”nin ötesinde, bireyin toplum içindeki saygın konumunu hedef alan her türlü sözel veya davranışsal saldırıyı kapsar. Maddede ayrıca, suçun nitelikli halleri (kamu görevlisine karşı, dinî değerleri hedef alan, alenen işlenme gibi) ayrı fıkralarda belirtilmiş; böylece cezanın ağırlığı, fiilin toplumsal etkisine göre kademelendirilmiştir.
Bu normatif yapı, bireyin kişilik haklarını Anayasa’da düzenlenen insan onuru, özel hayatın gizliliği ve kişisel saygınlık ilkeleriyle doğrudan ilişkilendirir. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan “maddi ve manevi varlığını koruma hakkı” ile 20. maddede yer alan “özel hayatın gizliliği” hakları, ceza normunun koruma alanının temelini oluşturur. Dolayısıyla TCK m.125, Anayasa’nın kişilik haklarını koruyan hükümlerinin ceza hukuku yoluyla somutlaştırılmış hâlidir.
Hakaret suçu aynı zamanda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 8. maddesi kapsamında yer alan “özel hayatın ve şeref itibarın korunması hakkı” ile 10. maddede düzenlenen “ifade özgürlüğü”nün karşılaşma noktasında durur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Lingens v. Avusturya, Otegi Mondragon v. İspanya ve Thoma v. Lüksemburg gibi kararlarında, demokratik bir toplumda ifade özgürlüğünün korunması gerektiğini, ancak bu özgürlüğün başkalarının şöhret ve haklarını zedeleyecek biçimde kullanılamayacağını belirtmiştir. Mahkeme, ifade özgürlüğünün sınırını, “başkalarının onurunu zedeleyen veya nefret içeren” ifadelerde çizer. Bu bağlamda Türk hukukundaki hakaret suçu düzenlemesi, AİHM’in çizdiği çerçeveyle büyük ölçüde uyum içindedir.
Bununla birlikte, hakaret suçunun Türk hukukundaki yeri yalnızca kişisel bir değer korumasına indirgenemez. Bu suç, toplumsal barışın ve kamu düzeninin korunması açısından da önemli bir işlev üstlenir. Çünkü bireyin toplum içindeki itibarı yalnızca kendi manevi varlığının bir parçası değil, aynı zamanda toplumun saygı, nezaket ve güven ilişkilerinin de temelidir. Bu nedenle, hakaret suçu doktrinde hem “kişilik hakkını koruyan bireysel suç” hem de “toplumsal saygı düzenini koruyan kamu suçu” olarak değerlendirilir.
Tarihsel olarak bakıldığında, 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nda hakaret, “şahısların şeref ve haysiyetine karşı cürümler” arasında düzenlenmişti. Bu eski düzenlemede, “sövme” ve “iftira” fiilleri aynı başlık altında yer alıyor; hakaretin cezalandırılmasında toplumun ahlaki yapısına yönelik ölçütler daha belirleyici oluyordu. 5237 sayılı Kanun ile birlikte bu yaklaşım terk edilmiş, hakaret suçu çağdaş insan hakları anlayışına uygun biçimde kişilik hakkı merkezli bir temele oturtulmuştur. Böylece suçun hem objektif hem subjektif unsurları yeniden tanımlanmış, “fiilî isnat” (somut olgu ileri sürme) ile “sövme” (değer yargısı içeren ifade) ayrımı netleştirilmiştir.
Doktrinde bazı yazarlar, hakaret suçunun “soyut tehlike suçu” niteliğinde olduğunu savunmaktadır. Bu görüşe göre, fiilin doğrudan somut bir zarar doğurması gerekmez; kişiye yönelen her haysiyet kırıcı söz veya davranış, toplumda o kişinin saygınlığını zedeleme potansiyeli taşıdığı için cezalandırılabilir. Buna karşılık, diğer görüş hakaret suçunu “somut tehlike suçu” olarak değerlendirir; zira suçun tamamlanması için mağdurun onurunun somut biçimde zedelenmiş olması aranır. Yargıtay uygulaması, ağırlıklı olarak birinci görüşü benimsemekte ve “hakaret suçu zarar suçu değil, tehlike suçudur” prensibini esas almaktadır.
Bu noktada, hakaret suçunun korunmak istenen hukuki değeri ile ifade özgürlüğü arasındaki sınırın belirlenmesi hayati önem taşır. Çünkü ceza hukuku, ifade özgürlüğünü korumakla yükümlü olduğu kadar, bireylerin itibarını da güvence altına almak zorundadır. Bu denge, AİHM’in “demokratik toplumun gerekleri” kriteriyle paralel biçimde, Türk Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulanmıştır. Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin 25.10.2017 tarihli ve B. No: 2014/1212 sayılı kararında, hakaret suçu kapsamında verilen mahkûmiyetin ifade özgürlüğünü orantısız biçimde sınırlayıp sınırlamadığı değerlendirilmiş ve “kamu yararına eleştiri” sınırının altı çizilmiştir.
Hakaret suçunun ceza hukuku içindeki konumunu doğru kavrayabilmek için, kişilik hakkı kavramının iki yönlü niteliği dikkate alınmalıdır. Kişilik hakkı bir yandan bireyin kendi varlığı üzerindeki özgürlüğünü (otonomi), diğer yandan toplum içindeki saygın konumunu (sosyal kimlik) korur. Dolayısıyla hakaret fiili yalnızca bireye karşı değil, toplumun saygı düzenine karşı da işlenmiş bir eylemdir. Bu sebeple TCK m.125’te düzenlenen hakaret suçunun, ceza hukukunda “karma nitelikli” bir suç olduğu kabul edilmektedir.
Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret (TCK m.125/3-a) gibi nitelikli hallerde ise korunan hukuki değer yalnızca bireysel şeref değildir; kamu hizmetinin saygınlığı da koruma altına alınmıştır. Bu nedenle bu tür fiillerde kamu düzenine yönelik ikinci bir tehlike alanı söz konusudur. Aynı şekilde, dinî değerlere veya inançlara yönelik hakaret (TCK m.125/3-b) de yalnızca bireyin inanç hürriyetini değil, toplumun manevi barışını hedef alan bir fiil olarak değerlendirilir.
Hakaret suçunun hukuki niteliği bakımından, ceza hukukunda “genel kast” yeterlidir. Failin mağdurun onur, şeref ve saygınlığını zedeleme iradesiyle hareket etmesi, suçun manevi unsurunu oluşturur. Ancak olası kastın yeterli olup olmadığı doktrinde tartışmalıdır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun yerleşik içtihatlarına göre, hakaret suçu yönünden doğrudan kast aranır; failin mağduru küçük düşürme veya aşağılamayı istemesi gerekir. Bu nedenle, öfke anında söylenmiş sözler, mizahi ifadeler veya mecazî anlatımlar her zaman hakaret olarak değerlendirilmez. Failin kastı, sözün bağlamı, söylenme şekli, taraflar arasındaki ilişki ve toplumdaki genel algı ile birlikte değerlendirilmelidir.
Bununla birlikte, ceza hukukunda hakaret suçu “hukuka uygunluk sebepleriyle” daraltılmıştır. Bu durum, ifade özgürlüğünün korunması bakımından önemli bir emniyet sübabı işlevi görür. Örneğin, TCK m.26’ya göre “hakkın kullanılması” veya “yetkili mercie yapılan ihbar” gibi durumlarda hakaret suçu oluşmaz. Aynı şekilde, yargılamada iddia veya savunma hakkı kapsamında yapılan sert ifadeler de hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilir. Bu yönüyle hakaret suçu, hem bireyin onurunu hem de demokratik tartışma özgürlüğünü dengeleyen bir alan oluşturur.
Hakaret suçunun hukuki niteliğini belirleyen bir diğer unsur da “ifade biçimi ile içerik arasındaki ilişki”dir. Yargıtay uygulamasına göre, bir ifadenin hakaret oluşturup oluşturmadığı yalnızca kullanılan kelimelere bakılarak değil, ifadenin bağlamı, tarafların konumu, olayın gelişimi ve kamu yararı kriterleri dikkate alınarak belirlenmelidir. Örneğin, bir gazetecinin kamu yararına haber yaparken kullandığı sert eleştiri ifadeleri, hakaret suçu kapsamında değerlendirilemez; çünkü burada ifade özgürlüğü önceliklidir. Ancak kişisel saldırı niteliği taşıyan, onur kırıcı, küçük düşürücü veya iftira niteliğinde sözler bu korumanın dışındadır.
Ceza hukukunda tipiklik ilkesi gereğince, hakaret fiilinin oluşabilmesi için suçun unsurlarının açık, belirli ve öngörülebilir olması gerekir. Bu ilke, hem suçta kanunilik prensibinin bir gereği hem de hukuk güvenliğinin teminatıdır. Bu nedenle, her ağır veya kaba ifade hakaret suçu oluşturmaz; yalnızca objektif olarak onur, şeref veya saygınlığı zedeleyen ifadeler cezai sorumluluk doğurur. Bu ölçüt, Yargıtay içtihatlarında “ifadenin toplumsal ölçülülük sınırını aşması” olarak ifade edilmiştir.
Sonuç olarak, hakaret suçu hem bireyin kişisel değerini hem de toplumun saygı düzenini koruyan, karma nitelikli bir ceza normudur. Suçun kanuni dayanağı Anayasa ve AİHS hükümleriyle sıkı bir bağ içindedir. Bu nedenle, hakaret suçuna ilişkin her yorumun yalnızca ceza normuyla değil, aynı zamanda anayasal değerlerle uyumlu olması gerekir. Aşağıda, bu suçun maddi ve manevi unsurları ayrıntılı biçimde incelenecek; suçun oluşumuna, kastın belirlenmesine ve hukuka aykırılık unsurlarına ilişkin dogmatik esaslar sistematik olarak ortaya konulacaktır.
II. Hakaret Suçunun Maddi ve Manevi Unsurları
Hakaret suçunun doğru biçimde anlaşılabilmesi, yalnızca kanun metninin yorumlanmasıyla değil, aynı zamanda suçun maddi ve manevi unsurlarının derinlemesine incelenmesiyle mümkündür. Ceza hukukunda her suç tipi, hem dış dünyadaki görünümünü (maddi unsur), hem de failin irade ve bilinç yönünü (manevi unsur) birlikte barındırır. Bu çerçevede hakaret suçu, bireyin onur, şeref ve saygınlığını hedef alan tipik bir “manevi zarar suçu” olarak tanımlanabilir. Suçun oluşması için mağdurun fiilen küçük düşmesi değil, fiilin bu sonucu doğurmaya elverişli olması yeterlidir. Dolayısıyla hakaret, yalnızca kişisel bir saldırı değil, aynı zamanda toplumun saygı ve güven düzenini de zedeleyen bir eylemdir.
1. Suçun Maddi Unsuru
Maddi unsur, suçun dış dünyada gözlemlenebilen yönünü ifade eder. Hakaret suçunda bu unsur, failin eylemi (fiil), mağdurun konumu (suçun konusu) ve ortaya çıkan neticeyle birlikte değerlendirilir. TCK m.125’e göre “bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran” kişi cezalandırılır. Bu ifade, hem sözle hem yazıyla, hem jestle hem de davranışla işlenebilecek geniş bir fiil alanını kapsar. Fiil, failin kişisel görüşünü açıklamasıyla değil, mağdurun saygınlığını hedef almasıyla anlam kazanır.
a) Fail ve Mağdur
Hakaret suçu, herkes tarafından işlenebilen genel bir suçtur. Failin özel bir sıfatı olması gerekmez; ergin bir kişi, kamu görevlisi, özel sektör çalışanı veya herhangi bir vatandaş bu suçu işleyebilir. Ceza sorumluluğu bakımından önemli olan, failin kast yeteneğinin bulunmasıdır.
Mağdur bakımından ise, hakaret suçunun koruduğu hukuki değer “kişinin toplum içindeki saygınlığı” olduğundan, mağdurun birey olması zorunludur. Tüzel kişiler doğrudan hakaret suçunun mağduru olamaz; ancak tüzel kişiliği temsil eden kişilere yönelik ifadeler, dolaylı biçimde kurumun itibarını zedeleyebilir. Yargıtay uygulamasında, tüzel kişiye doğrudan yöneltilen ifadelerin ceza sorumluluğu doğurmayacağı; ancak bu tür ifadelerin özel hukukta haksız fiil kapsamında değerlendirilebileceği kabul edilmektedir. Bu yaklaşım, ceza hukukunun “şahsi sorumluluk” ilkesine uygundur.
Mağdurun belirli veya belirlenebilir olması da suçun oluşması açısından zorunludur. Kim olduğu anlaşılamayan veya geniş bir topluluğu hedef alan ifadeler (“bazı insanlar”, “tüm öğretmenler”, “bütün gazeteciler” gibi) tipik hakaret fiili oluşturmaz. Ancak belirli bir grubun üyelerinden biri açıkça hedef alınmışsa, mağdur belirlenebilir kabul edilir. Yargıtay, bu konuda “ifadenin muhatabı objektif olarak anlaşılabiliyorsa” suçun oluşabileceği yönünde istikrarlı bir tutum içindedir.
b) Fiil (Davranış)
TCK m.125’in birinci fıkrası, hakaret fiilinin iki şekilde işlenebileceğini belirtir: “Somut bir fiil veya olgu isnat etmek” ve “sövme.” Bu iki şekil arasında hukuki sonuç bakımından fark yoktur; ancak tipiklik açısından farklı unsurlar taşırlar.
Somut fiil veya olgu isnadı, mağdura belirli bir eylem veya özellik atfetmektir. Örneğin “rüşvet aldı”, “hile yaptı”, “ahlaksızca davrandı” gibi ifadeler somut isnat niteliğindedir. Burada fail, mağdura toplum tarafından kınanan bir davranış yüklemektedir. İsnadın doğru olup olmaması suçun oluşumunu etkilemez; ancak TCK m.127 uyarınca ispat edilebilirse, fiil hukuka uygun hale gelir. Bu düzenleme, ifade özgürlüğü ile kişilik hakları arasındaki dengeyi kurmayı amaçlar.
Sövme ise, mağdura doğrudan küçük düşürücü, aşağılayıcı, onur kırıcı ifadeler yöneltilmesidir. “Aptal”, “onursuz”, “şerefsiz”, “rezil” gibi kelimeler, somut bir isnat içermeksizin mağdurun kişiliğine saldırı oluşturur. Sövme, mağdurun toplum içindeki saygınlığını değil, doğrudan manevi varlığını hedef alır. Yargıtay uygulamasında, sövme fiilinde ispat hakkı bulunmadığı, çünkü ortada doğrulanabilir bir olgu değil, değerlendirici bir yargı bulunduğu kabul edilmektedir.
Hakaret fiili sözle, yazıyla, görüntüyle, sesle, işaretle veya davranışla işlenebilir. Günümüzde en sık rastlanan örnek, sosyal medya paylaşımlarıdır. Özellikle Twitter (X), Instagram veya Facebook gibi açık platformlarda yapılan hakaret içerikli paylaşımlar, aleniyet unsurunu doğurur. Ancak paylaşımın “özel hesap”ta veya yalnızca sınırlı kişiyle paylaşıldığı durumlarda, fiil aleni kabul edilmez. Bu ayrım, uygulamada cezai sorumluluğun belirlenmesinde belirleyici hale gelmiştir.
c) Yüze Karşı ve Gıyapta Hakaret
Hakaret suçu, mağdurun yüzüne karşı veya gıyabında işlenebilir. Yüze karşı hakarette mağdurun sözleri duyması veya duyabilecek durumda bulunması gerekir. Gıyapta hakarette ise, mağdurun yokluğunda yapılan eylemin en az üç kişiyle paylaşılması aranır. Bu, toplum içinde mağdurun itibarı üzerinde etki yaratma olasılığıyla ilgilidir. Dolayısıyla iki kişi arasında geçen konuşmalarda mağdurun yokluğunda sarf edilen ağır sözler, üçüncü kişiler bulunmadığı sürece “gıyapta hakaret” sayılmaz. Bu ayrım, suçun toplumsal tehlikelilik derecesini de belirler.
d) Aleniyet
Hakaret suçunun nitelikli hali, fiilin “alenen” işlenmesidir. Aleniyet, fiilin belirli bir kişi çevresi dışına taşarak kamuya açık biçimde gerçekleştirilmesini ifade eder. Kamuya açık yerlerde, basın veya sosyal medya üzerinden yapılan hakaretler bu kapsamda değerlendirilir. Yargı kararlarında aleniyetin oluşması için fiilin “kamu tarafından görülme veya duyulma olasılığı”nın bulunmasının yeterli olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, bir televizyon programında, toplu mesaj grubunda veya herkese açık sosyal medya hesabında yapılan hakaret içerikli açıklamalar, aleni işlenmiş kabul edilir. Aleniyet, suçun toplumsal tehlikesini artırdığı için ceza artırım nedenidir.
e) Netice ve Nedensellik
Hakaret suçunun neticesi, mağdurun şeref ve saygınlığının zedelenmesidir. Ancak bu zarar fiilen gerçekleşmek zorunda değildir; fiilin bu sonucu doğurmaya elverişli olması yeterlidir. Ceza hukuku açısından, hakaret soyut bir tehlike suçudur. Failin eylemi, toplumsal ölçülere göre mağdurun itibarı üzerinde olumsuz etki yaratma potansiyeline sahipse suç tamamlanmış olur. Bu yaklaşım, kişilik haklarının korunmasında “önleyici adalet” anlayışına dayanır.
2. Suçun Manevi Unsuru
Hakaret suçunun manevi unsuru, failin iradesi ve bilincidir. TCK’da hakaret suçu, kural olarak “doğrudan kastla” işlenebilir. Yani fail, mağdurun onurunu zedelemek amacıyla bilerek ve isteyerek hareket etmelidir. Olası kast, genellikle bu suçta yeterli kabul edilmez. Failin yalnızca öngörerek değil, bilerek kişiyi küçük düşürme iradesi bulunmalıdır. Ancak bazı olaylarda kastın belirlenmesi güçtür; bu durumda sözün bağlamı, tarafların ilişkisi, olayın gelişimi ve ifade biçimi birlikte değerlendirilir.
a) Kastın Belirlenmesi
Failin kastının tespiti, hakaret suçunun en zor yönlerinden biridir. Çünkü kullanılan kelimelerin tek başına anlamı değil, hangi ortamda, ne amaçla söylendiği de önemlidir. Ceza yargılamasında hâkim, yalnızca kelimelere değil, ifadenin tonuna, bağlama, olayın öncesine ve tarafların geçmiş ilişkisine de bakmalıdır. Örneğin aralarında uzun süredir tartışma bulunan iki kişinin sosyal medya üzerinden yaptığı bir tartışmada kullanılan ifadeler, tek başına değerlendirildiğinde hakaret niteliğinde olsa da, bağlam gereği “karşılıklı sataşma” olarak kabul edilebilir. Bu durumda failin hakaret kastı bulunmadığı sonucuna ulaşılabilir.
b) Eleştiri Hakkı ve İfade Özgürlüğü
Anayasa’nın 26. maddesi ve AİHS’nin 10. maddesi gereğince herkesin düşünce ve ifade özgürlüğü vardır. Bu özgürlük, başkalarının haklarını ihlal etmemek koşuluyla geniş bir koruma alanına sahiptir. Hakaret suçu ile ifade özgürlüğü arasındaki denge, ceza hukukunun en hassas alanlarından biridir. Eleştiri hakkı, özellikle kamu görevlileri, siyasetçiler veya topluma mal olmuş kişiler bakımından daha geniş yorumlanır. Çünkü bu kişiler, toplumun denetimine daha fazla açık olmalıdır.
Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında, “kamu yararına eleştiriler”in ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bir davranışı eleştiren, ancak kişiliğe saldırmayan ifadeler hakaret sayılmaz. Örneğin “bu yönetim başarısız oldu” demek eleştiridir; “bu kişiler hırsız” demek ise kişiliğe yöneliktir. Eleştirinin sınırını, ifadenin konusu, amacı ve kullanılan üslup belirler.
c) Mizah, İroni ve Sanatsal İfade
Mizah, ironi ve sanat, ifade özgürlüğünün özel biçimleridir. Bu alanlarda kullanılan dil, doğası gereği abartı, hiciv veya sembolik anlatım içerebilir. Anayasa Mahkemesi, mizahın “toplumsal eleştirinin bir biçimi” olduğunu ve bu nedenle daha geniş koruma görmesi gerektiğini kabul etmektedir. Bir karikatür, stand-up gösterisi veya hiciv içeren bir yazıda yer alan abartılı ifadeler, bağlamından koparılmadan değerlendirilmelidir. Bu tür ifadelerde hakaret kastı bulunmadığı sürece ceza sorumluluğu doğmamalıdır.
d) Dijital İletişimde Kastın Yorumu
Günümüzde hakaret suçlarının önemli bir kısmı dijital ortamlarda işlenmektedir. Sosyal medya, forumlar, çevrim içi yorum bölümleri ve mesajlaşma uygulamaları, suçun yeni görünümlerine zemin hazırlamaktadır. Bu mecralarda kullanılan dil çoğu zaman kısa, ironik ve bağlamsal olduğundan, kastın tespiti daha güç hale gelir. Ceza yargılamasında, dijital ifadelerin anlamı, paylaşımın amacı, hedef kitlesi ve paylaşım zamanı gibi faktörler birlikte değerlendirilmelidir. Örneğin, toplumsal bir olayı eleştiren paylaşımda yer alan sert ifadeler, kamu yararı içeren bir tartışmanın parçasıysa hakaret olarak yorumlanmamalıdır. Buna karşılık, belirli bir kişiyi hedef alan küçük düşürücü etiketleme veya imalar, tipik hakaret fiili oluşturabilir.
3. Hukuka Aykırılık ve Sınırları
Hakaret suçu, tipik bir eylem olmasına rağmen, bazı durumlarda hukuka uygun hale gelebilir. Ceza hukukunda “hukuka uygunluk nedenleri”, görünürde suç oluşturan bir eylemin cezalandırılmamasını sağlar. Hakaret bakımından bu nedenler özellikle üç başlıkta toplanabilir: hakkın kullanılması, yetkili mercie ihbar ve savunma dokunulmazlığı.
Hakkın kullanılması, bireyin kanun tarafından tanınan bir hakkı sınırları içinde kullanmasıdır. Basın özgürlüğü, eleştiri hakkı, savunma hakkı gibi özgürlükler bu kapsamdadır. Örneğin bir avukatın mahkemede yaptığı savunmada sert ifadeler kullanması, savunma hakkının doğal sonucudur. Bu ifadeler, yalnızca kişisel saldırı boyutuna ulaştığında hukuka aykırılık teşkil eder.
Yetkili mercie ihbar durumunda, kişi bir suçu veya kusurlu davranışı yetkili makamlara bildiriyorsa, bu ihbar hakaret suçunu oluşturmaz. Burada amaç kişiyi küçük düşürmek değil, kamu düzenini korumaktır. Bu nedenle iyi niyetle yapılan şikâyetler cezalandırılmaz.
Savunma dokunulmazlığı ise, tarafların yargı organları önünde kendilerini savunma hakkının gereği olarak getirilmiştir. Tarafların dava veya şikâyet dilekçelerinde kullandıkları ifadeler, yalnızca davanın konusu ile sınırlı kalmak koşuluyla hukuka uygundur. Ancak ifadenin konuyla ilgisi yoksa veya gereksiz şekilde onur kırıcı ise, bu koruma ortadan kalkar.
4. Değerlendirme
Hakaret suçunun maddi ve manevi unsurları birlikte değerlendirildiğinde, bu suçun hem bireysel hem toplumsal bir yönü olduğu görülür. Bireysel yön, kişinin manevi varlığını korur; toplumsal yön ise saygı, nezaket ve güven ilkelerini yaşatır. Ceza hukukunun görevi, bu iki değeri dengelemektir. Aşırı geniş yorum, ifade özgürlüğünü kısıtlar; aşırı dar yorum ise kişilik haklarını korumasız bırakır. Bu nedenle hâkim, her olayda bağlamı, tarafların konumunu, ifadenin amacını ve toplumsal etkisini birlikte değerlendirmelidir.
Sonuç olarak, hakaret suçunun tipik unsurları fail, mağdur, fiil ve kasttan oluşur. Suçun oluşması için mağdurun gerçekten küçük düşmesi değil, eylemin bu sonucu doğurmaya elverişli olması yeterlidir. Failin kastı, kişiyi küçük düşürme amacına yönelmiş olmalıdır. Bununla birlikte, ifade özgürlüğü, eleştiri ve savunma hakları, hukuka uygunluk nedenleri olarak korunmaya devam eder. Bu koruma, hakaret suçunun yalnızca cezalandırıcı değil, aynı zamanda sınırlayıcı işlevini de tanımlar. Zira hukuk düzeni, kişilerin birbirleriyle iletişim kurarken nezaket sınırlarını aşmalarını engellemek isterken, aynı zamanda demokratik tartışma ortamının varlığını da güvence altına almakla yükümlüdür.
Bu nedenle hakaret suçunun yorumunda iki uçtan da kaçınmak gerekir. Bir taraftan, her sert eleştiriyi hakaret olarak nitelendirmek bireyin düşünce açıklama özgürlüğünü boğar; diğer taraftan, her ifadeyi “eleştiri hakkı” kisvesi altında korumak da kişilik değerlerini değersizleştirir. Yargı mercileri, bu iki uç arasında “ölçülülük ilkesi”ni merkeze alan dengeli bir uygulama geliştirmelidir. Bu ilke, yalnızca cezanın miktarına değil, suçun varlığına ilişkin değerlendirmede de belirleyici bir rol oynar.
Yargıtay, son yıllarda verdiği çok sayıda kararda (örneğin sosyal medya paylaşımlarında, basın açıklamalarında, forum yorumlarında) bağlam analizini esas alarak, “ifadenin amacı”nı suçun oluşumunda ana kriter haline getirmiştir. Buna göre bir ifade, mağdurun kişisel değerini hedef almadığı sürece — sert, rahatsız edici ya da alaycı olsa bile — hakaret olarak kabul edilmemelidir. Anayasa Mahkemesi de bu yaklaşımı destekleyerek, “ifadenin içeriği kadar, bağlamının ve niyetinin de” dikkate alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Öte yandan, toplumsal ilişkilerin yoğun biçimde dijital ortama taşındığı günümüzde, hakaret suçunun kapsamı ve değerlendirme ölçütleri de evrim geçirmektedir. Sosyal medya ortamında yapılan açıklamalar, bazen özel bir grup içinde, bazen tüm kamuya açık biçimde paylaşılmaktadır. Bu nedenle mahkemelerin, fiilin “aleniyet” niteliğini değerlendirirken, platformun erişim ayarlarını, paylaşımın hedef kitlesini ve paylaşım niyetini dikkate alması gerekmektedir. Yalnızca teknik olarak “herkese açık” olması, her durumda aleniyet sonucunu doğurmaz; önemli olan, ifadenin kamusal bir etkisinin olup olmadığıdır.
Manevi unsur bakımından ise, hakaret suçunun “kast” temelli bir suç tipi olduğu unutulmamalıdır. Fail, mağdurun onurunu zedeleyeceğini bilerek ve isteyerek hareket etmelidir. Ceza hukukunun “kusursuz suç olmaz” ilkesi gereğince, kastın bulunmadığı hallerde — örneğin mizahi veya mecazî bir anlatımda, öfke anında sarf edilmiş ama hakaret kastı taşımayan ifadelerde — cezalandırma yoluna gidilmemelidir. Bu durum, ceza hukukunun en temel işlevlerinden biri olan bireysel sorumluluk ilkesinin bir gereğidir.
Hakaret suçunun sistematik konumu itibarıyla “şahsa karşı suçlar” arasında yer alması da anlamlıdır; çünkü bu suçun doğrudan muhatabı bireyin kendisidir. Ancak bireyin saygınlığının korunması, aynı zamanda toplumun etik düzeninin korunması anlamına gelir. Bu nedenle hakaret suçu, hem bireysel hem kolektif bir değer koruma aracıdır. Bu ikili yapı, ceza hukukunun hem özel önleme hem de genel önleme işlevlerini bir arada taşır.
Sonuç olarak, hakaret suçunun tipik yapısı, bireyin onur hakkını temel alır; ancak bu hakkın korunması, ifade özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmez. Aksine, hakaret suçunun dogmatiği, bu iki değerin bir arada var olabilmesi için varlık gösterir. Ceza hukuku, bu sınır çizgisinde, hem bireyi koruyan hem de özgürlüğü yaşatan bir araç olarak konumlanmalıdır.
Bu bağlamda, bir sonraki bölümde “Hakaret Suçunda Hukuka Uygunluk Nedenleri” ayrıntılı biçimde ele alınacak; ifade özgürlüğünün, savunma hakkının ve ihbar yetkisinin hangi koşullarda ceza sorumluluğunu ortadan kaldırdığı, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararları ışığında detaylı biçimde incelenecektir.
III. Hakaret Suçunda Hukuka Uygunluk Nedenleri ve Sınırları
Hakaret suçu, doğası gereği ifade özgürlüğüyle en sık çatışan ceza normlarından biridir. Bu nedenle, hakaret isnadının her durumda cezalandırılması hukuken mümkün değildir. Ceza hukukunun genel sistematiğinde bazı hallerde, görünürde suç teşkil eden eylem, hukuka uygunluk nedenleri kapsamında sorumluluk doğurmaz. Bu nedenler, hukukun kişiye tanıdığı yetki ve izinlerin sınırları içinde hareket eden kişilerin cezalandırılmamasını sağlar. Hakaret suçunda en çok uygulama alanı bulan hukuka uygunluk nedenleri; hakkın kullanılması, yetkili mercie ihbar ve şikâyet hakkı ile savunma dokunulmazlığıdır.
1. Hakkın Kullanılması (TCK m.26/1)
Türk Ceza Kanunu’nun 26/1. maddesi, “Hakkın kullanılması”nı genel bir hukuka uygunluk nedeni olarak düzenler. Bu hükme göre, kanunun hükmünü veya yetkili bir makamın emrini yerine getiren veya hakkını kullanan kimseye ceza verilmez. Hakaret suçunda bu ilke, özellikle basın özgürlüğü, eleştiri hakkı, düşünce açıklama özgürlüğü ve sanat özgürlüğü bağlamında önem kazanır.
Bir ifadenin cezai anlamda hakaret oluşturup oluşturmadığını belirlemek için, failin bir hakkı kullanıp kullanmadığına bakılmalıdır. Örneğin bir gazetecinin kamu yararına bir konuyu haberleştirmesi veya bir sanatçının toplumsal eleştiri amacıyla sert ifadeler kullanması, TCK m.26 kapsamında değerlendirilebilir. Burada korunan değer, yalnızca bireyin ifade hakkı değil, aynı zamanda toplumun bilgi edinme hakkıdır.
Ancak hakkın kullanılması sınırlarını aşan ifadeler, artık hukuka uygun sayılamaz. Yargı içtihatlarında, “kişisel saldırı” niteliğine bürünen, toplumsal yarar amacı taşımayan, yalnızca küçük düşürmeyi hedefleyen sözlerin hak kullanımı kapsamında değerlendirilemeyeceği kabul edilmektedir. Bu nedenle, gazetecilik faaliyeti veya sosyal medya paylaşımı biçiminde yapılan açıklamalarda “kamu yararı” ve “ölçülülük” kavramları birlikte aranır.
Anayasa Mahkemesi, hakaretle ifade özgürlüğü arasındaki sınırın “ifadenin amacı”yla belirleneceğini vurgulamıştır. Buna göre, bir beyan, kamusal bir tartışma bağlamında yapılıyor ve kişiye saldırı niteliği taşımıyorsa, hakaret olarak değerlendirilmemelidir. Aksi halde, demokratik toplumun gereği olan eleştiri ve muhalefet kültürü zedelenir. AİHM de Türkiye kararlarında aynı çizgiyi benimsemiş, örneğin Artun ve Güvener/Türkiye kararında, sert eleştirinin cezalandırılmasının ifade özgürlüğüne aykırı olduğuna hükmetmiştir.
2. Yetkili Mercie İhbar veya Şikâyet Hakkı
Ceza hukukunda “yetkili mercie ihbar” kavramı, bireylerin suç veya kusurlu davranışları bildirme hakkını ifade eder. Bu hak, kamu düzeninin korunması bakımından vazgeçilmezdir. Bir kimse, hukuken yetkili makamlara bir suç veya etik ihlal hakkında bilgi veriyorsa, bu eylem hakaret suçunun konusu olamaz. Zira burada amaç, kişiyi küçük düşürmek değil, kamusal menfaati korumaktır.
Örneğin bir vatandaşın, kamu görevlisinin görevi kötüye kullandığını veya yolsuzluk yaptığını CİMER’e, savcılığa veya idari makamlara bildirmesi durumunda, kullanılan ifadeler sert olsa dahi hukuka uygunluk sınırları içinde değerlendirilmelidir. Ancak ihbarın gerçek dışı olması, kötü niyetle yapılması veya kişisel çıkar amacı taşıması halinde, hukuka uygunluk ortadan kalkar. Bu durumda fiil, hakaret veya iftira suçunu oluşturabilir.
Yargıtay, “şikâyet hakkının kötüye kullanılmaması” ilkesini uzun süredir uygulamaktadır. Buna göre, kişi somut bir olguya dayanarak şikâyet veya ihbarda bulunmuşsa, bu eylem ceza sorumluluğu doğurmaz. Fakat salt kişisel intikam veya itibarsızlaştırma amacıyla yapılan ihbarlar, artık hukuka uygunluk sınırlarını aşmış olur. Bu yaklaşım, bireyin hak arama özgürlüğüyle, başkalarının onur hakkı arasındaki hassas dengeyi sağlar.
Bu nedenle savcılıklara, denetim kurumlarına veya idari makamlara yöneltilen sert eleştirilerin cezalandırılmasında dikkatli olunmalıdır. Hukuk devleti ilkesinin temeli, vatandaşın kamusal denetim hakkıdır. Bu hakkın korku nedeniyle kullanılmaz hale gelmesi, demokratik hukuk düzeniyle bağdaşmaz.
3. Savunma Dokunulmazlığı (TCK m.128)
Hakaret suçunda en önemli hukuka uygunluk nedenlerinden biri, “savunma dokunulmazlığı”dır. TCK m.128’e göre, “Yargı mercileri veya yetkili makamlar önünde savunma hakkını kullanırken bir kimse hakkında söylenen veya yazılan sözler” hakaret suçunu oluşturmaz; ancak bu hakkın sınırları aşılmamalıdır. Bu düzenleme, adil yargılanma hakkının doğal uzantısıdır.
Savunma dokunulmazlığı, sadece avukatlar için değil, davanın tarafı olan herkes için geçerlidir. Bir kişi, kendisine yöneltilen suçlamalara cevap verirken veya hak iddiasında bulunurken, karşı tarafın davranışlarını eleştirebilir, iddialarını çürütebilir. Ancak bu hakkın kullanımı, “kişisel saldırıya dönüşmemeli” ve savunma konusuyla ilgisiz olmamalıdır. Örneğin dava dilekçesinde karşı tarafın kişiliğini aşağılayan, konuyla ilgisiz ifadeler kullanılması, bu korumadan yararlanamaz.
Yargıtay uygulamasında, savunma sınırları içinde kalan sert ifadeler nedeniyle hakaret suçu oluşmadığı kabul edilmiştir. Bunun nedeni, savunmanın özünde karşı tarafın iddialarını çürütme zorunluluğunun bulunmasıdır. Avukat veya taraf, dava konusunu anlatırken olayları tarafsız bir gözle değil, kendi müvekkilinin menfaati doğrultusunda yorumlar. Bu durum, savunma hakkının doğası gereğidir. Dolayısıyla ceza hukuku, bu alanı daha geniş bir hoşgörüyle değerlendirmelidir.
Savunma dokunulmazlığı, yalnızca mahkeme salonunda yapılan savunmalarla sınırlı değildir. Dava dilekçeleri, cevap dilekçeleri, bilirkişi raporlarına karşı görüş yazıları ve istinaf–temyiz dilekçeleri de bu kapsamda değerlendirilir. Ancak dava dışı ortamlarda, kamuoyuna yönelik yapılan açıklamalarda bu koruma sona erer. Çünkü artık amaç savunma değil, kamuoyu oluşturma niteliğindedir.
4. İspat Hakkı (TCK m.127)
Hakaret suçuna özgü özel bir hukuka uygunluk nedeni de “ispat hakkı”dır. TCK m.127, “İsnat olunan fiilin ispat edilmesi halinde hakaret suçundan ceza verilmez” hükmünü içerir. Bu düzenleme, hakaret suçunun diğer kişilik haklarıyla kesiştiği noktada önemli bir işlev görür. Çünkü bazı durumlarda failin isnat ettiği fiil gerçektir ve toplumsal yarar gereği açıklanması gerekir.
İspat hakkının kullanılabilmesi için üç şart aranır: (1) isnat olunan fiilin belirli ve somut olması, (2) kamu yararı veya mağdurun rızasının bulunması, (3) isnadın doğruluğunun yargılamada kanıtlanabilmesi. Bu şartlar birlikte gerçekleştiğinde, fail ceza sorumluluğundan kurtulur. Ancak isnadın gerçek olması yetmez; failin bunu doğru biçimde kanıtlaması gerekir. Gerçek olmayan veya kanıtlanamayan isnatlar, kişiyi küçük düşürmeye yönelikse, suçun oluştuğu kabul edilir.
Yargı kararlarında, ispat hakkının “keyfi bir savunma yolu” olmadığı, ancak somut dayanaklara dayanması halinde geçerli olacağı belirtilmiştir. Örneğin bir kamu görevlisinin yolsuzluk yaptığı iddia ediliyorsa, bu iddianın belgelere, tanıklara veya resmi kayıtlara dayanması gerekir. Basit duyum veya söylentiler, ispat hakkı kapsamında korunmaz. Böylece ceza yargısı, bireyin eleştiri hakkını korurken, asılsız isnatlarla kişilik haklarının zedelenmesini engeller.
5. Sonuç: Hukuka Uygunluk ile Suçun Tipikliği Arasındaki Denge
Hakaret suçunda hukuka uygunluk nedenleri, ifade özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının güvencesidir. Ancak bu nedenlerin her durumda sınırsız biçimde uygulanması, ceza hukukunun caydırıcılığını zayıflatabilir. Bu nedenle, her somut olayda hâkim tarafından bağlam, amaç, kullanılan dil, failin konumu ve mağdurun sıfatı dikkate alınmalıdır. Kamu görevlilerine yönelik eleştirilerde, ifade özgürlüğü daha geniş yorumlanırken; sıradan bireyler bakımından koruma alanı daha dardır.
Ceza yargısında ölçülülük, hem suçun varlığını hem de cezayı belirleyen temel ilkedir. Hakaret suçunun amacı, insan onurunu korumaktır; ancak bu amacın gerçekleştirilmesi, bireyin özgürce konuşma hakkını ortadan kaldırmamalıdır. Aksi halde ceza hukuku, korumaya çalıştığı değeri kendisi ihlal eder.
Sonuç olarak, hakaret suçunun hukuka uygunluk nedenleri; bireyin ifade özgürlüğü, eleştiri hakkı, savunma hakkı ve kamu yararı ilkesiyle birlikte yorumlanmalıdır. Hukuk devleti, bireyleri susturan değil, onları sorumlu biçimde konuşturan bir düzendir. Bu bağlamda, hakaret suçunda cezalandırma son çare olmalı, toplumsal barışın sağlanmasında öncelikle uzlaştırma ve önödeme gibi onarıcı mekanizmalar kullanılmalıdır.
IV. Hakaret Suçunda Soruşturma Usulü, Uzlaştırma ve Önödeme Uygulaması
Hakaret suçları, Türk ceza yargısında hem en yaygın bireysel suç tiplerinden biri hem de usul hukuku bakımından en fazla değişikliğe uğrayan alanlardan biridir. Özellikle 2016 sonrası uzlaştırma mekanizmasının genişletilmesi, 2024 tarihli 7531 sayılı Kanun ile önödeme kurumunun kapsamının genişlemesi ve 2025 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı, bu suçun soruşturma sürecini köklü biçimde dönüştürmüştür. Bu nedenle, hakaret suçunda hangi fiillerin uzlaştırma, hangilerinin önödeme veya basit yargılama kapsamına girdiği konusu, yalnızca uygulayıcılar açısından değil, doktrin bakımından da tartışmalı hale gelmiştir.
1. Şikâyet Koşulu ve Soruşturma Usulü
Hakaret suçu kural olarak şikâyete bağlı bir suçtur (TCK m. 131, 125). Bu düzenlemenin dayanağı, suçun koruduğu hukuki değerin bireysel nitelikte olmasıdır. Dolayısıyla, savcılık resen soruşturma yapamaz; mağdurun açık ve süresi içinde yapılmış bir şikâyeti gerekir. Şikâyet süresi, fiilin ve failin öğrenilmesinden itibaren altı aydır (TCK m.73/1). Bu süre hak düşürücü nitelikte olup, uzatılamaz veya eski hale getirme talebiyle yeniden başlatılamaz.
Şikâyetin geçerli olabilmesi için mağdurun açık iradesini yansıtması gerekir. Ancak uygulamada, dilekçede “şikâyetçiyim” ibaresinin bulunması yeterli sayılır. Bununla birlikte, yalnızca “suç duyurusunda bulunuyorum” ifadesi kullanılmışsa, Yargıtay bazı kararlarında bunun da şikâyet iradesi olarak kabul edilebileceğini belirtmiştir. Hakaret suçunun mağduru tüzel kişi ise, yetkili temsilcisinin şikâyet hakkını kullanması gerekir.
Hakaret suçunun kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi halinde (TCK m.125/3-a), şikâyet aranmaksızın resen soruşturma yapılır. Bu durum, kamu otoritesinin saygınlığını koruma amacıyla getirilmiş istisnai bir düzenlemedir. Ancak, görevle ilgisi olmayan kişisel nitelikteki ifadeler yönünden yine şikâyet aranacaktır. Bu ayrım, özellikle kamu görevlilerinin sosyal medya üzerinden hedef alınması hallerinde uygulamada sıkça gündeme gelmektedir.
Soruşturma sürecinde delil değerlendirmesi özel önem taşır. Hakaret suçunda fiilin çoğu zaman sözel veya dijital içerikli olması nedeniyle, delillerin mahiyetine göre farklı usul hükümleri uygulanır. Örneğin, WhatsApp mesajı, e-posta veya sosyal medya paylaşımı delil olarak kabul edilebilir; ancak bunların kaynağı, kim tarafından oluşturulduğu ve bağlamı mutlaka tespit edilmelidir. Bu noktada CMK m.134 ve devamı hükümleri gereği dijital delil tespiti bilirkişi incelemesiyle yapılmalıdır.
2. Uzlaştırma Kurumu (CMK m.253–254)
Hakaret suçu, 6763 sayılı Kanun ile 2016 yılında uzlaştırma kapsamına alınmıştır. Uzlaştırma, ceza muhakemesinde “onarıcı adalet” ilkesi çerçevesinde geliştirilmiş alternatif bir çözüm yöntemidir. Fail ile mağdurun devlet gözetiminde uzlaşması, hem ceza yargısının iş yükünü azaltır hem de toplumsal barışın tesisi yönünden önem taşır. Hakaret gibi kişisel husumet kaynaklı suçlarda, uzlaştırma uygulamada oldukça işlevsel bir araç haline gelmiştir.
CMK m.253 uyarınca, soruşturma aşamasında uzlaştırma teklifi, savcı veya görevlendirdiği uzlaştırmacı tarafından yapılır. Mağdur veya failin açık rızası bulunmadıkça, uzlaştırma gerçekleşmez. Süreçte gizlilik esastır ve uzlaşma sağlanması halinde kamu davası açılmaz. Uzlaşma belgesi mahkeme ilamı hükmündedir (CMK m.253/19). Bu kapsamda uzlaşan fail hakkında yeniden soruşturma veya kovuşturma yapılamaz.
Ancak, 7531 sayılı Kanun ile getirilen önödeme sistemi sonrasında, hakaret suçunun belirli halleri artık uzlaştırma kapsamı dışına çıkarılmıştır. Özellikle “ileti yoluyla hakaret” (TCK m.125/2) ve “alenen hakaret” (TCK m.125/4) fiilleri önödeme kapsamına alındığı için, bu hallerde uzlaştırma uygulanmamaktadır. Dolayısıyla 2024 sonrasında uygulamada ikili bir sistem ortaya çıkmıştır: yüz yüze hakaret eylemleri uzlaştırma kapsamındayken, dijital veya aleni hakaretler doğrudan önödeme prosedürüne tabidir.
Bu durum, uygulamada ciddi bir karmaşa yaratmıştır. Aynı nitelikteki eylemler, yalnızca iletişim aracına göre farklı usule tabi tutulmakta; bu da eşitlik ilkesi bakımından eleştirilmektedir. Anayasa Mahkemesi de 2025 tarihli kararında bu eşitsizliğe dikkat çekmiş, düzenlemenin orantısız sonuçlar doğurduğunu belirtmiştir. Bu nedenle, yürürlüğe girecek yeni düzenlemede (Şubat 2026 sonrası) hakaret suçunun tüm halleri için önödeme sisteminin geçerli olması beklenmektedir.
3. Önödeme Kurumu (TCK m.75 ve 7531 Sayılı Kanun)
Önödeme, failin belirli bir miktar parayı devlet hazinesine ödemesi karşılığında ceza soruşturmasının sona ermesini sağlayan alternatif bir mekanizmadır. TCK m.75’e göre, yalnızca adlî para cezasını veya altı ayı geçmeyen hapis cezasını gerektiren suçlarda uygulanabilir. Failin suçu kabul etmesi gerekmez; önemli olan, savcılıkça belirlenen miktarın süresinde ödenmesidir. Önödeme yapıldığında kamu davası açılmaz ve dosya “kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” (KYOK) ile sonuçlanır.
7531 sayılı Kanun’un 9. maddesiyle yapılan değişiklikle, hakaret suçunun belirli halleri önödeme kapsamına alınmıştır. Bu değişikliğin gerekçesi, küçük cezaların süratle sonuçlandırılması ve mahkemelerin iş yükünün azaltılmasıdır. Ancak düzenleme yalnızca TCK m.125/2, m.125/3(b)-(c) ve m.125/4’teki halleri kapsadığı için, diğer hakaret fiilleri uzlaştırma sisteminde kalmıştır. Bu farklılaştırma, hukuk tekniği açısından ciddi eleştiriler almıştır.
Savcılıklar açısından önödeme süreci şu şekilde işler: soruşturma başlatıldığında, failin kimliği belirlenir ve suça karşılık gelen miktar hesaplanır. Fail bu miktarı belirtilen süre içinde öderse, soruşturma sona erer ve hüküm kurulmaz. Ancak ödeme yapılmazsa dosya mahkemeye gönderilir. Bu durumda, mahkeme artık basit yargılama veya duruşmalı yargılama usulüne geçebilir.
Önödeme, klasik ceza muhakemesinden farklı olarak “maddi gerçeğin araştırılmasını” zorunlu kılmaz. Failin suçu işleyip işlemediği tartışılmaz; yalnızca prosedür tamamlandığında dosya kapanır. Bu yönüyle önödeme, “idari nitelikli bir cezai uzlaşma” olarak nitelendirilebilir. Ancak bu yapının, mağdurun adalet duygusunu tatmin etmediği yönünde doktrinde güçlü eleştiriler vardır. Özellikle onur ve saygınlık gibi kişisel değerlerin parayla telafi edilemeyeceği savunulmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, 27 Şubat 2025 tarihli kararında (E.2024/197, K.2025/86) önödeme kapsamını yalnızca bazı hakaret türleriyle sınırlayan düzenlemenin eşitlik ve ölçülülük ilkelerine aykırı olduğuna karar vermiştir. Mahkeme, aynı hukuki değeri koruyan suç tiplerinin farklı usullere tabi tutulmasının öngörülebilirlik ve adil yargılanma hakkıyla bağdaşmadığını belirtmiştir. Bu nedenle iptal hükmü 28 Şubat 2026 tarihinde yürürlüğe girecek şekilde ertelenmiştir. Bu tarihten sonra, hakaret suçunun tüm halleri önödeme kapsamında değerlendirilecektir.
4. Uzlaştırma ve Önödeme Arasındaki Normatif İlişki
CMK m.253/3 hükmü uyarınca, önödeme kapsamındaki suçlarda uzlaştırma uygulanmaz. Bu düzenleme, iki kurumun aynı anda işletilmesini engellemek için getirilmiştir. Ancak hakaret suçu bakımından bu hükmün uygulaması oldukça karmaşık hale gelmiştir. Çünkü 7531 sayılı Kanun öncesi dönemde tüm hakaret fiilleri uzlaştırma kapsamındayken, değişiklik sonrasında yalnızca bazı halleri önödeme kapsamına alınmıştır. Bu durum, savcılıklar ve uzlaştırma büroları arasında uygulama birliği sorununa yol açmıştır.
Bazı savcılıklar, bir eylemin hem ileti yoluyla hem de yüz yüze işlendiği karma durumlarda, uzlaştırmaya gidilemeyeceği görüşündedir. Ancak doktrinde, her somut olayın fiilsel ağırlığına göre değerlendirilmesi gerektiği savunulmaktadır. Örneğin, failin aynı kişiye hem WhatsApp mesajı hem de yüz yüze hakaret ettiği bir durumda, mesajın önödeme, yüz yüze kısmın uzlaştırma kapsamında olması mümkündür. Bu ise aynı dosyada iki ayrı usulün birlikte yürütülmesi anlamına gelir ki, bu durum ceza muhakemesi sistematiğiyle bağdaşmaz.
Anayasa Mahkemesi de bu uygulamayı “belirsizlik ve öngörülemezlik” yönünden eleştirmiştir. Karara göre, aynı fiilin yalnızca araç farklılığı nedeniyle farklı usullere tabi tutulması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. Ayrıca, uzlaştırma kurumunun devre dışı kalması, onarıcı adalet mekanizmasının işlevini zayıflatmaktadır. Çünkü önödeme, taraflar arasında manevi bir telafi ilişkisi kurmaz; yalnızca devletle fail arasındaki bir ödeme ilişkisidir.
5. Basit Yargılama Usulü ve Önödeme Sonrası Süreç
Önödeme teklifinin reddedilmesi veya süresinde yerine getirilmemesi halinde, dosya mahkemeye intikal eder. Hakaret suçlarında genellikle basit yargılama usulü (CMK m.251) uygulanır. Bu usulde mahkeme, duruşma yapmadan dosya üzerinden hüküm kurar. Hüküm, taraflara tebliğ edilir; sanık veya katılan itiraz ederse duruşmalı yargılamaya geçilir. Basit yargılama, mahkemelerin iş yükünü azaltan pratik bir mekanizma olmakla birlikte, bazı durumlarda savunma hakkının tam kullanımını zorlaştırdığı gerekçesiyle eleştirilmektedir.
Basit yargılama sonunda verilen mahkûmiyet kararlarında hükmün açıklanmasının geri bırakılması (CMK m.231) da gündeme gelebilir. Ancak önödeme yapılmışsa, HAGB kararı verilmez; çünkü ortada artık hüküm kurulacak bir yargılama yoktur. Önödeme, ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran özel bir sebep olarak kabul edilir. Bu yönüyle HAGB’den daha etkili bir sonuç doğurur; zira HAGB’de suçun işlendiği kabul edilirken, önödemede bu kabul bulunmaz.
6. Değerlendirme: Yeni Dönemde Hakaret Suçunun Usulî Statüsü
28 Şubat 2026 tarihinde yürürlüğe girecek olan Anayasa Mahkemesi kararı sonrasında, hakaret suçunun tüm halleri önödeme kapsamına girecektir. Bu değişiklik, uzlaştırma kurumunun hakaret suçlarındaki işlevini büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Savcılıklar artık failin kimliğini tespit ettikten sonra doğrudan önödeme teklifinde bulunacak; ödeme yapılması halinde dosya kapanacaktır. Böylece, uzlaştırma bürolarına gelen dosya sayısı azalacak, ancak mağdurların adalet beklentisi karşılanamayacaktır.
Bu yeni sistem, hız ve etkinlik açısından önemli avantajlar sağlasa da, ceza hukukunun “onarıcı adalet” ve “mağdurun katılımı” ilkelerini zayıflatmaktadır. Önödeme, bir anlamda “devletle fail arasındaki mali bir uzlaşma”dır. Mağdurun tatmini veya zararının giderilmesi hedeflenmez. Bu durum, özellikle onur ve saygınlık gibi soyut değerlerin korunması bakımından sorunludur. Bu nedenle, doktrinde “önödeme + tazminat” veya “önödeme + özür” gibi karma modeller önerilmektedir.
Sonuç olarak, hakaret suçunda 2026 sonrası dönemde üçlü sistemin (uzlaştırma–önödeme–basit yargılama) tek mekanizma olan önödeme altında birleştirileceği öngörülmektedir. Bu dönüşüm, ceza muhakemesinin sadeleşmesi yönünde olumlu bir adım olsa da, insan onurunun paraya indirgenmesi tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, uygulamada savcıların ve uzlaştırmacıların yeni döneme hazırlanması, mağdur hakları odaklı eğitimlerin güçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
V. Hakaret Suçunda Basit Yargılama, Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) ve Adli Sicil Etkisi
Hakaret suçları, ceza yargılamasının en sık karşılaşılan suç tipleri arasında yer almakla birlikte, bu suçlarda mahkemelerin öncelikli hedefi yargısal etkinliği sağlamak ve taraflar arasındaki toplumsal çatışmayı büyütmeden sonuç almaktır. 2020 yılında yürürlüğe giren basit yargılama usulü, bu hedefi desteklemek amacıyla özellikle hakaret ve tehdit gibi hafif suçlarda önemli bir araç haline gelmiştir. Ancak önödeme ve uzlaştırma mekanizmalarıyla birlikte düşünüldüğünde, hakaret suçundaki yargılama biçimleri artık çok katmanlı bir hal almıştır. Bu nedenle, HAGB ve adli sicil sonuçları açısından basit yargılamanın etkilerinin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir.
1. Basit Yargılama Usulünün Uygulanma Şartları (CMK m.251)
Basit yargılama usulü, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 251. maddesiyle düzenlenmiştir. Buna göre, iki yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlarda mahkeme, duruşma yapmadan dosya üzerinden karar verebilir. Hakaret suçu, çoğu halde bu cezayı aşmadığı için, basit yargılama usulü açısından uygundur. Ancak bu usulün uygulanabilmesi için dosyanın öncelikle savcılıkça iddianame düzenlenip mahkemeye gönderilmiş olması gerekir. Önödeme veya uzlaştırma kapsamına giren fiillerde, bu usul uygulanmadan dosya kapanır.
Mahkeme, iddianameyi kabul ettikten sonra sanığa ve katılana tebligat yapar. Sanığa, yazılı savunma yapma ve tanık gösterme hakkı tanınır. Bu süreçte duruşma yapılmaz; dosya üzerinden inceleme yapılır. Deliller yeterli görülürse mahkeme doğrudan hüküm kurar. Bu hüküm, sanık ve katılana tebliğ edilir. Taraflardan biri yedi gün içinde itiraz ederse, mahkeme duruşmalı yargılamaya geçmek zorundadır (CMK m.251/4).
Basit yargılama usulü, klasik duruşmalı yargılamaya kıyasla hem süreci hızlandırır hem de yargısal maliyetleri azaltır. Ancak eleştirilen yönü, mahkemenin delil değerlendirmesini sanığın doğrudan savunmasını almadan yapmasıdır. Özellikle hakaret suçlarında, failin beyanı olayın bağlamını açıklamak açısından önemlidir. Bu nedenle bazı doktrin yazarları, basit yargılama usulünün “adil yargılanma hakkı” (AY m.36) ile sınırlı biçimde uygulanması gerektiğini savunmaktadır.
Bununla birlikte, sanığın basit yargılama usulünde verilen karara itiraz etmesi durumunda, dosya yeniden duruşmalı yargılamaya açıldığından savunma hakkı tam olarak kullanılabilir. Dolayısıyla bu usul, mutlak bir kısıtlama getirmemekte; yalnızca hızlı bir ön değerlendirme mekanizması oluşturmaktadır. Uygulamada hakaret suçlarının büyük kısmı bu usulle sonuçlanmakta, tarafların itiraz etmemesi halinde karar kesinleşmektedir.
2. Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (CMK m.231)
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB), Türk ceza hukukunda koşullu bir düşme nedenidir. CMK m.231’e göre, sanığa yüklenen suçtan dolayı hükmolunan ceza iki yıl veya daha az süreli hapis ya da adli para cezası ise ve sanık daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamışsa, mahkeme hükmün açıklanmasını geri bırakabilir. HAGB kararı verilmesi halinde sanık beş yıl süreyle denetim süresine tabi tutulur; bu sürede kasıtlı bir suç işlemezse dava düşer ve mahkûmiyet sonuç doğurmaz.
Hakaret suçları bakımından HAGB, uzun yıllardır en çok uygulanan kurumlardan biridir. Bunun nedeni, bu suçun genellikle düşük cezalı olması ve taraflar arasındaki kişisel çatışmadan kaynaklanmasıdır. Mahkemeler, failin sabıkasız olması halinde çoğu kez HAGB kararı vererek toplumsal barışı korumayı hedefler. Ancak HAGB, her ne kadar cezai sonuç doğurmasa da, sanığın suç işlediği yönünde mahkemece bir kanaat oluşturulduğunu gösterir. Bu nedenle masumiyet karinesi bakımından doktrinde ciddi tartışmalara konu olmuştur.
Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarında (örneğin 2015 ve 2020 yıllarında) HAGB kararının “hüküm” niteliğinde olmadığı, ancak kişi üzerinde hukuki sonuçlar doğurduğu kabul edilmiştir. Bu kararlar, HAGB’nin bir yandan yargılama ekonomisini desteklediğini, diğer yandan sanığın yargısal güvence düzeyini tartışmalı hale getirdiğini ortaya koymaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de Türkiye’ye ilişkin bazı kararlarında (örneğin Artun ve Güvener/Türkiye) HAGB sisteminin ifade özgürlüğü üzerindeki caydırıcı etkisine dikkat çekmiştir.
3. HAGB ile Önödeme Arasındaki Fark ve Uygulama Ayrımı
Hakaret suçunun önödeme kapsamına alınması, HAGB’nin uygulama alanını daraltmıştır. Önödeme yapılan dosyalarda artık mahkeme hüküm kurmadığından, HAGB kararı verilmesine gerek kalmaz. Zira önödeme, failin suçu işleyip işlemediğinin tartışılmadığı; yalnızca belirli bir bedelin ödenmesiyle kamu davasının açılmadığı bir sistemdir. Buna karşın HAGB, mahkemenin suçun işlendiği kanaatine vardığı, ancak hükmü açıklamayı ertelediği bir mekanizmadır. Dolayısıyla HAGB, önödeme karşısında “ikinci basamaklı” bir alternatif haline gelmiştir.
Bu iki kurumun karşılaştırılması bakımından en belirgin fark, suçun hukuki sonuçları üzerindedir. HAGB kararında sanığın suç işlediği tespit edilir, ancak hüküm açıklanmaz; önödemede ise suçun işlendiği yönünde bir yargı bulunmaz. Bu nedenle, önödeme daha az stigmatize edici bir sonuç doğurur. Ayrıca HAGB kararları, Adli Sicil Kanunu m.5 gereğince özel sicile kaydedilirken, önödeme yapılan dosyalar hiçbir sicil kaydına işlenmez. Bu yönüyle önödeme, kişi bakımından daha avantajlıdır.
Ancak doktrinde bazı yazarlar, önödemenin mağdur haklarını zayıflattığını ileri sürmektedir. Zira HAGB kararında mağdur, davaya katılan sıfatıyla sürece dahil olabilir; önödemede ise süreç tamamen savcılık ile fail arasında geçer. Bu durum, özellikle hakaret suçunun kişisel yönü dikkate alındığında, adalet duygusunu zedelemektedir. Dolayısıyla HAGB’nin tamamen kaldırılması yerine, mağdurun tatminini sağlayan yeni bir denge mekanizması önerilmektedir.
4. Adli Sicil Kayıtları ve Hukuki Sonuçlar
HAGB kararları, kesinleşmedikleri için adli sicil kaydına işlenmez; ancak Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü bünyesinde “özel arşiv” olarak tutulur. Bu kayıtlar, yalnızca mahkemelerce yeni bir yargılama sürecinde incelenebilir. Denetim süresi sonunda düşme kararı verilirse, kayıt tamamen silinir. Buna karşılık, HAGB süresi içinde yeni bir suç işlenmesi halinde mahkeme hükmü açıklar ve karar adli sicile kaydedilir. Bu kayıt, kişi açısından sabıka niteliği kazanır.
Önödeme yapılan dosyalar ise hiçbir şekilde adli sicile kaydedilmez. Fail, ödeme sonrası “hüküm giymemiş” sayılır. Bu yönüyle önödeme, sanığın gelecekteki sosyal ve mesleki yaşamı bakımından daha avantajlı sonuç doğurur. Ancak önödeme kayıtlarının savcılıklar nezdinde geçici olarak tutulduğu, tekrarlayan eylemler bakımından değerlendirme yapılabildiği unutulmamalıdır. Yine de bu kayıtlar adli sicile veya kamuya açık bir veritabanına işlenmez.
Bu fark, özellikle meslek mensupları (avukat, doktor, memur, güvenlik görevlisi vb.) açısından önemlidir. HAGB kararlarının varlığı, disiplin soruşturmalarında dikkate alınabilirken; önödeme sonucu herhangi bir yaptırım uygulanamaz. Bu nedenle, uygulamada birçok sanık HAGB yerine önödeme teklifini tercih etmektedir.
5. Anayasa Mahkemesi ve AİHM Perspektifinden HAGB’nin Etkileri
HAGB kurumu, ilk bakışta sanık lehine bir düzenleme gibi görünse de, özellikle ifade özgürlüğüyle ilgili suçlarda ciddi tartışmalara neden olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin 2019 ve 2022 tarihli kararlarında, gazeteciler ve siyasetçiler hakkında verilen HAGB kararlarının ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı etki yarattığı tespit edilmiştir. Mahkeme, bu kararların masumiyet karinesini zedelediğini, çünkü kişilerin mahkemece “suçu işlediği” yönünde tespitte bulunulduğunu ancak bunun açıklanmadığını belirtmiştir.
AİHM de Türkiye’ye ilişkin benzer değerlendirmelerde bulunmuştur. Örneğin Altuğ Taner Akçam/Türkiye kararında, mahkemelerin ifade özgürlüğü sınırlarını dar yorumlamasının demokratik toplum için tehlikeli olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu bağlamda HAGB kararlarının, özellikle hakaret ve düşünce açıklamaları bağlamında, cezalandırma niyeti taşımadığı halde “susturucu” bir etki yaratabileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla, gelecekte HAGB’nin ifade özgürlüğüyle bağdaşacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiği yönünde güçlü akademik görüşler vardır.
6. Değerlendirme: HAGB, Basit Yargılama ve Önödeme Arasındaki Sistematik Denge
Hakaret suçunda HAGB, basit yargılama ve önödeme kurumları birbiriyle bağlantılı, ancak farklı işlevlere sahip üç temel usul aracıdır. Önödeme, yargılamayı başlamadan sonlandırır; HAGB, yargılama sonunda hükmün açıklanmasını erteler; basit yargılama ise bu iki aşama arasında hızlı bir yargılama alternatifi oluşturur. Bu sistemin temel amacı, bireysel uyuşmazlıkların adil, hızlı ve orantılı biçimde çözümlenmesidir.
Ancak 2026 sonrasında tüm hakaret fiillerinin önödeme kapsamına girecek olması, HAGB ve basit yargılama kurumlarının bu suç bakımından işlevsiz hale gelmesine yol açacaktır. Bu durum, yargı yükünü azaltmak açısından olumlu olsa da, mağdurun adalet hissini zayıflatabilir. Çünkü önödeme, yalnızca devletle fail arasında mali bir ilişki yaratır; mağdurun kişisel tatmini, özrü veya zarar telafisi sağlanmaz. Bu nedenle, ceza hukukunun onarıcı boyutunu güçlendiren karma modellerin geliştirilmesi önerilmektedir.
Sonuç olarak, hakaret suçunda yargılama usulleri sürekli bir dönüşüm içerisindedir. Önödeme, HAGB ve basit yargılama kurumlarının bir arada bulunduğu mevcut sistem, 2026 sonrasında sadeleşecek; ancak bu sadeleşme, mağdur hakları açısından yeni tartışmaları beraberinde getirecektir. Hukukun nihai amacı, yalnızca dosya kapatmak değil, toplumsal barışı kalıcı biçimde sağlamaktır. Bu bakımdan, ceza adaletinin hızla değil, dengeli biçimde tecelli etmesi esastır.
VI. Doktrin ve Uygulama Açısından Değerlendirme – Hakaret Suçunun Yeni Dönemdeki Normatif Konumu
Hakaret suçu, Türk ceza hukukunun en dinamik alanlarından birini oluşturmaktadır. Bu dinamizmin temel nedeni, suçun doğrudan ifade özgürlüğüyle temas etmesi ve aynı zamanda kişilik haklarını koruma işlevi görmesidir. Dolayısıyla, hukukun iki temel değeri – özgürlük ve onur – bu suç tipinde kesişmektedir. Ceza hukuku öğretisi, tarihsel olarak bu iki değeri uzlaştırmakta zorlanmıştır. 21. yüzyılda dijital iletişimin ve sosyal medyanın yaygınlaşması, hakaret suçunu hem nitelik hem de nicelik bakımından yeni bir döneme taşımıştır. Bu değişim, yalnızca maddi hukuk açısından değil, usul hukuku bakımından da yeniden düşünmeyi zorunlu kılmıştır.
1. Doktrinde Hakaret Suçunun Fonksiyonu ve Eleştiriler
Ceza hukuku doktrininde hakaret suçunun amacı, bireyin onur ve saygınlığını korumaktır. Bu koruma, modern hukuk sistemlerinde “kişilik hakkı”nın ceza hukukuna yansımış biçimidir. Ancak bazı yazarlar, kişilik haklarının esasen özel hukukta (özellikle Türk Medeni Kanunu m.24–25 kapsamında) korunması gerektiğini, ceza hukukunun bu alana müdahalesinin sınırlı olması gerektiğini savunmaktadır. Bu görüş, ceza hukukunun “ultima ratio” – son çare – ilkesine dayanmaktadır. Zira onur, itibar ve saygınlık gibi soyut değerlerin ceza tehdidiyle korunması, demokratik toplumda ifade özgürlüğü üzerinde baskı yaratabilir.
Buna karşılık, geleneksel yaklaşım, ceza hukukunun yalnızca özel hukuk önlemleriyle giderilemeyecek ağır saldırılara karşı bireyi koruma görevi olduğunu kabul eder. Özellikle sosyal medya gibi hızlı ve kalıcı etki yaratan ortamlarda, hakaret fiilleri yalnızca bireyi değil, kamu düzenini de etkileyebilmektedir. Bu nedenle, TCK m.125’teki düzenlemenin varlığı, çağdaş toplumda hâlâ meşru kabul edilmektedir. Ancak bu meşruiyetin, ifade özgürlüğüyle çatışmadığı ölçüde sürdürülebileceği açıktır.
Doktrinde en sık dile getirilen eleştiri, hakaret suçunun tipikliğinin fazla geniş tanımlanmış olmasıdır. “Somut fiil veya olgu isnadı” ve “sövme” kavramları, yorum yoluyla çok genişletilebilmektedir. Bu durum, aynı fiilin farklı mahkemelerce farklı değerlendirilmesine yol açmaktadır. Örneğin, bir mahkeme tarafından eleştiri olarak görülen bir ifade, başka bir mahkemece hakaret olarak kabul edilebilmektedir. Bu da hukuk güvenliği ilkesini zedelemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 2021 ve 2023 tarihli kararlarında bu hususa özellikle dikkat çekilmiş, hakaret suçunun “öngörülebilirlik” şartını sağlamak için dar yorumlanması gerektiği vurgulanmıştır.
2. Onarıcı Adalet Perspektifinden Uzlaştırma ve Önödeme
Hakaret suçu, doğası gereği “ilişki temelli” bir suçtur; fail ve mağdur arasındaki kişisel ilişki veya iletişim biçimi, suçun anlamını doğrudan belirler. Bu nedenle, klasik ceza yargılamasından farklı olarak, uzlaştırma kurumu bu suçta oldukça işlevsel bir araç haline gelmiştir. Uzlaştırma, ceza adaletinin cezalandırıcı değil, onarıcı boyutunu ön plana çıkarır. Tarafların karşılıklı olarak özür dilemesi, sembolik veya manevi bir tatmin sağlaması, toplumsal barışı destekler. Ancak önödeme sistemine geçiş, bu onarıcı mekanizmayı büyük ölçüde devre dışı bırakmıştır.
7531 sayılı Kanun ile hakaret suçunun bazı halleri önödeme kapsamına alındığında, doktrinde iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüşe göre, bu düzenleme yargı yükünü azaltarak etkinliği artırmaktadır; ikinci görüşe göre ise, mağdurun sürece katılımını ortadan kaldırdığı için adalet duygusunu zedelemektedir. Önödeme, yalnızca fail ile devlet arasındaki bir ilişki kurar; mağdurun zararını veya duygusal tatminini gözetmez. Bu nedenle, onarıcı adalet ilkesinin gerektirdiği “karşılıklı iyileştirme” unsuru ortadan kalkmaktadır.
Anayasa Mahkemesi de 2025 tarihli kararında bu noktaya dikkat çekmiş ve “önödeme sisteminin etkinliği, ancak mağdur haklarının gözetilmesiyle dengelendiğinde meşru olabilir” demiştir. Mahkeme’ye göre, yargısal etkinlik tek başına adaletin ölçütü değildir; adalet, tarafların tatminiyle tamamlanır. Bu değerlendirme, Türk ceza adalet sisteminde ilk kez onarıcı adalet kavramının anayasal düzeyde tanınması bakımından önemlidir.
3. İfade Özgürlüğü ile Onur Arasındaki Denge
Hakaret suçunda en hassas denge, ifade özgürlüğü ile kişilik hakkı arasındadır. Bu denge, hem Anayasa’nın 26. maddesi hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi çerçevesinde kurulmalıdır. İfade özgürlüğü, demokratik toplumun temelini oluşturur; ancak başkalarının şeref ve haklarının korunması amacıyla sınırlanabilir. Bu nedenle, mahkemelerin her somut olayda bu iki değeri birlikte değerlendirmesi gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarında, özellikle Lingens/Avusturya, Thoma/Lüksemburg ve Tuşalp/Türkiye kararlarında, kamu yararına ilişkin tartışmalarda ifade özgürlüğünün geniş yorumlanması gerektiği kabul edilmiştir. Buna karşın, kişisel husumet içeren veya toplumda küçük düşürme amacı taşıyan ifadelerin cezai koruma alanına girebileceği belirtilmiştir. Türk yargısında da son yıllarda bu yaklaşım benimsenmekte, özellikle “ifadenin bağlamı” kriteri giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
Bu bağlamda, sosyal medya paylaşımları yeni bir sınır çizgisi oluşturmuştur. Paylaşımın aleniyet düzeyi, hedef kitlesi ve amacı, suçun oluşumunda belirleyici hale gelmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun çeşitli kararlarında, kapalı gruplarda yapılan paylaşımların aleniyet oluşturmayacağı; ancak kamuya açık gönderilerin hakaret suçunun alenen işlenmesi sayılacağı belirtilmiştir. Bu ayrım, dijital çağın hukukuna uyum sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
4. Yeni Dönemde Hakaret Suçunun Usulî Statüsü
28 Şubat 2026 itibarıyla yürürlüğe girecek olan Anayasa Mahkemesi kararıyla birlikte, hakaret suçunun tüm halleri önödeme kapsamına girecektir. Bu değişiklik, uzlaştırma kurumunun işlevini büyük ölçüde ortadan kaldıracak; soruşturma süreci artık büyük ölçüde savcılık aşamasında sona erecektir. Savcılıklar, failin kimliğini tespit ettikten sonra doğrudan önödeme teklifinde bulunacak, ödeme yapılması halinde kamu davası açılmayacaktır.
Bu sistemin avantajı, hızlı ve maliyetsiz bir sonuç sağlamasıdır. Ancak dezavantajı, ceza adaletinin toplumsal yönünü zayıflatmasıdır. Önödeme, adaletin biçimsel bir görünümünü sağlar; ancak taraflar arasındaki çatışmayı çözmez. Bu nedenle, hukuk politikasının önümüzdeki dönemde önödeme sistemini, mağdur haklarını koruyacak tamamlayıcı mekanizmalarla desteklemesi beklenmektedir. Örneğin, önödeme sonrası mağdura sembolik tazminat ödenmesi veya failin özür açıklaması gibi uygulamalar, Avrupa’daki restoratif modellerle uyum sağlayabilir.
Yine de önödeme sisteminin kalıcı hale gelmesi, Türk ceza yargısında önemli bir paradigma değişikliğidir. Ceza hukuku, artık yalnızca cezalandırıcı bir araç olmaktan çıkarak, idari nitelikli bir uyum aracı haline gelmektedir. Bu dönüşüm, “ceza adaletinin idareleşmesi” olarak tanımlanabilir. Bu süreçte, yargısal denetimin azalması, hukuki öngörülebilirliği ve dengeyi koruyacak denetim mekanizmalarının güçlendirilmesini gerektirir.
5. Karşılaştırmalı Hukuk Perspektifi
Hakaret suçunun önödeme benzeri sistemlerle çözümü yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Almanya’da Beleidigung (hakaret) suçu bakımından “cezai uzlaşma” (Strafrechtlicher Vergleich) mekanizması uygulanmakta; failin belirli bir bedel ödemesi halinde yargılama düşmektedir. Fransa’da ise hakaret suçları çoğu zaman “conciliation préalable” adı verilen sulh süreciyle sonuçlanmaktadır. Bu modeller, Türkiye’deki önödeme sistemine benzer şekilde, mahkemelerin yükünü azaltmakta; ancak mağdur tatminini bireysel başvuru yoluyla özel hukukta sağlamaktadır.
İngiliz hukukunda ise hakaret, çoğunlukla medeni hukuk kapsamında değerlendirilir; yalnızca kamu güvenliğini tehdit eden nitelikteki ifadeler cezai yaptırıma tabi tutulur. Bu yaklaşım, ceza hukukunun müdahalesini daraltırken, ifade özgürlüğünü korumayı öncelikli hale getirir. Dolayısıyla Türk hukukunda da, özellikle dijital platformlardaki hakaret eylemlerinin cezai değil, medeni hukuk temelli çözümlerle giderilmesi yönünde güçlü bir reform eğilimi doğmuştur.
6. Geleceğe Yönelik Hukuk Politikası Önerileri
Yeni dönemde hakaret suçunun uygulanmasında, üç temel hedef ön plana çıkmalıdır:
- Birincisi: Ceza hukukunun son çare ilkesi korunmalı, yalnızca ciddi nitelikli saldırılar cezai kovuşturmaya konu edilmelidir.
- İkincisi: Önödeme sistemi, mağdurun onurunun korunması amacıyla tamamlayıcı mekanizmalarla güçlendirilmelidir.
- Üçüncüsü: Dijital hakaret vakalarında özel delil değerlendirme ve uzlaşma usulleri geliştirilmeli; sosyal medya platformlarıyla işbirliği mekanizmaları oluşturulmalıdır.
Ayrıca, savcıların ve uzlaştırmacıların eğitiminde “onarıcı adalet” ilkesi daha fazla vurgulanmalıdır. Önödeme sistemi teknik olarak doğru işletilse dahi, mağdurun psikolojik veya toplumsal tatmini sağlanmadığı sürece adalet duygusu eksik kalacaktır. Bu nedenle, ceza yargısında yalnızca hız değil, insan onurunu gözeten bir nitelik arayışı da önemlidir.
7. Sonuç
Hakaret suçu, Türk ceza sisteminin adeta toplumsal termometresidir. Toplumda ifade özgürlüğünün, saygı kültürünün ve hukuk bilincinin hangi noktada olduğunu gösterir. 7531 sayılı Kanun ve 2025 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla başlayan yeni dönem, bu suçun yargısal statüsünü kökten değiştirmiştir. Önödeme artık yalnızca bir seçenek değil, temel çözüm yolu haline gelmiştir. Ancak bu dönüşümün kalıcı olabilmesi için, mağdurun adalet duygusunu ve failin rehabilitasyonunu birlikte gözeten dengeli bir hukuk politikası gereklidir.
Sonuç olarak, hakaret suçunda önödeme, ceza muhakemesini hızlandıran ve etkinliği artıran bir araç olmakla birlikte, onarıcı adaletin ruhuna uygun tamamlayıcı tedbirlerle desteklenmediği sürece, kişilik haklarının korunması yönünden tatmin edici bir sonuç üretmeyecektir. Hukukun amacı, yalnızca cezalandırmak değil, toplumsal ilişkileri onarmaktır. Bu nedenle, geleceğin ceza adaleti sisteminde hakaret suçu, sadece bir “ceza normu” olarak değil, insan onurunun korunmasına hizmet eden bir etik norm olarak yeniden tanımlanmalıdır.
İletişim
Bu içerik genel bilgilendirme amacı taşımaktadır. Somut olaylar farklılık gösterebilir; hukuki değerlendirme veya danışmanlık için randevu sayfamızdan iletişime geçebilirsiniz.
Av. İnanç Eker Hukuk Bürosu
Adres: Barbaros Mahallesi Mor Menekşe Sokak Deluxia Suites Sitesi No: 3A Kat:12 Daire:155 Ataşehir / İstanbul
Telefon: +90 216 514 74 04
E-posta: info@inanceker.av.tr
Randevu Talebi
Hukuki danışmanlık ya da dava talebi için İletişim sayfamızı ziyaret ederek randevu talebinde bulunabilirsiniz.
Randevu Sayfasına GitGönderdiğiniz bilgiler yalnızca iletişim ve randevu amacıyla kullanılacaktır.