Kadına Yönelik Şiddet – İstanbul Sözleşmesi Sonrası Mevzuat

İçindekiler

Kadına Yönelik Şiddet – İstanbul Sözleşmesi Sonrası Mevzuat

İstanbul Sözleşmesi Öncesi ve Sonrası Hukuki Altyapının Karşılaştırmalı İncelemesi

İstanbul Sözleşmesi’nin Doğuşu ve Temel İlkeleri

İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011 tarihinde Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve kadına yönelik şiddet ile aile içi şiddetin önlenmesine ilişkin ilk bağlayıcı uluslararası belgedir. Türkiye, bu sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülke olmuş, sözleşme 1 Ağustos 2014 tarihinde iç hukukumuzda yürürlüğe girmiştir. Sözleşme; şiddetin önlenmesi, mağdurların korunması, faillerin cezalandırılması ve bütüncül politikaların geliştirilmesini hedefleyen dört temel ilkeye dayanır. Bu ilkeler, hem ceza hukuku normları hem de idari ve sosyal koruma mekanizmaları üzerinde belirleyici olmuştur.

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilme Süreci

20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı olarak çekilmiştir. Bu karar, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne dayanarak alınmış ve 1 Temmuz 2021 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Çekilme kararı gerekçelendirilmemiş olsa da kamuoyuna yansıyan açıklamalarda aile yapısının korunması, toplumsal değerlerle uyumsuzluk ve egemenlik vurgusu ön plana çıkmıştır. Bu karar, özellikle Anayasa m.90/5 uyarınca iç hukukta kanun hükmünde olan uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığı açısından tartışmalara yol açmıştır.

İstanbul Sözleşmesi Öncesi İç Hukuk Mevzuatı

İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girmeden önce Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun (1998) ile şekillenmiştir. Bu kanun, sadece evli kadınlara yönelik şiddeti düzenliyor ve yalnızca aile bireyleri arasındaki ilişkilerde uygulanabiliyordu. Koruma kararlarının kapsamı dar, yaptırım gücü ise zayıftı. Ceza hukuku kapsamında ise 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda yer alan genel hükümler dışında kadına özgü şiddet tanımı bulunmamaktaydı. Mağdurun beyanı esas alınmaz, delillendirme yükü mağdur üzerinde ağır bir yük oluştururdu. Bu dönem, mağdurun korunmasından ziyade failin adaletle buluşmasına odaklıydı.

İstanbul Sözleşmesi’nin İç Hukuka Etkisi

İstanbul Sözleşmesi, iç hukuka çok yönlü bir etki yapmıştır. İlk olarak 2012 yılında kabul edilen 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, sözleşmenin yükümlülükleri doğrultusunda hazırlanmıştır. Bu kanun sayesinde “şiddet mağduru kadın” kavramı genişletilmiş; sadece evli değil, birlikte yaşayan, boşanmış ya da nişanlı olan bireyler de koruma kapsamına alınmıştır. Tedbir kararlarının uygulanma süresi uzatılmış, kolluk kuvvetlerine derhâl müdahale yetkisi verilmiştir. Ayrıca şiddet mağdurlarına barınma, geçici maddi yardım, psikolojik destek gibi sosyal haklar sağlanmıştır. Aynı dönemde Aile Mahkemeleri’nin görev alanı genişletilmiş ve uzmanlaşma artırılmıştır.

Çekilmenin Mevzuata Etkisi – Görünmeyen Zararlar

Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, hukuken yürürlükte olan 6284 sayılı Kanun'u doğrudan ortadan kaldırmamıştır. Ancak uygulayıcı makamlar nezdinde ortaya çıkan meşruiyet boşluğu, koruma tedbirlerinin etkinliğini zayıflatmıştır. Koruma kararlarının verilmesinde çekinceler oluşmuş, özellikle taşra adliyelerinde hâkimlerin çekimser davrandığına dair gözlemler artmıştır. Kolluk kuvvetlerinin uygulamada keyfi davranışlarının artması, mağdurların güvenlik taleplerini karşılamada aksamalara neden olmuştur. Ayrıca toplumda sözleşmeden çekilmenin “kadına yönelik şiddeti normalleştirdiği” yönünde bir algı oluşmuş, bu da psikolojik ve toplumsal etkileri artırmıştır.

Danıştay Kararları ve Yargı Denetimi

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı Türkiye Barolar Birliği başta olmak üzere çok sayıda sivil toplum örgütü ve baro tarafından Danıştay’a iptal davası açılmıştır. Davalarda, Cumhurbaşkanı’nın çekilme yetkisinin Anayasa m.104 ve m.90 çerçevesinde bulunmadığı, yürütme erkinin yasama yetkisini gasp ettiği iddia edilmiştir. Danıştay 10. Dairesi, çekilme kararının hukuka uygun olduğuna hükmetmiş; kararın kesinleşmesiyle birlikte sözleşme iç hukukta geçerliliğini yitirmiştir. Ancak bu karar, eleştirilere konu olmuş ve anayasal denge-denetim mekanizmalarının zayıfladığına işaret olarak değerlendirilmiştir.

Sonuç: Mevzuat Devam Ediyor, Uygulama Zayıflıyor

Her ne kadar 6284 sayılı Kanun hâlen yürürlükte olsa da İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmenin uygulamaya etkisi açıkça gözlemlenmektedir. Türkiye'de kadına yönelik şiddetle mücadelede asıl sorun normatif boşluk değil, uygulama eksikliğidir. Kolluk güçlerinden savcılığa, aile mahkemelerinden infaz kurumlarına kadar tüm adli sürecin cinsiyet temelli şiddet konusunda duyarlı ve etkin işlemesi elzemdir. Sözleşmeden çekilme, bu duyarlılığı zayıflatmış, bazı çevrelerde şiddeti meşrulaştıran bir algı yaratmıştır. Bu nedenle, iç hukuk düzenlemelerinin varlığı kadar, onların etkin uygulanması da kadın haklarının korunması açısından temel önemdedir.

6284 Sayılı Kanunun Kapsamı, Uygulama Pratikleri ve Etkinliği

Kanunun Hukuki Niteliği ve Amacı

6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilmiş ve 20 Mart 2012 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanun, kadına yönelik şiddetle mücadelede Türkiye’nin iç hukuk düzeninde en kapsamlı koruyucu ve önleyici tedbirleri içeren özel bir düzenlemedir. Temel amacı, şiddet mağdurunu derhâl ve etkin şekilde korumak; faile karşı caydırıcı önlemler almak; mağdurun sosyal ve ekonomik koşullarını iyileştirmek; şiddetin tekrarlanmasını engellemektir. Kanun, yalnızca kadınları değil, çocukları, aile bireylerini ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarını da koruma kapsamına alarak toplumsal düzeyde geniş bir etki alanı yaratmıştır.

Koruma Tedbirlerinin Türleri

6284 sayılı Kanun’un en önemli yeniliği, koruma tedbirlerinin idari ve yargısal olmak üzere iki ayrı kategoride düzenlenmesidir. İdari koruma kararları, kolluk amirleri veya mülki idare amirleri tarafından alınabilirken; yargısal koruma kararları ise Aile Mahkemesi hâkimi tarafından verilmektedir. Başlıca koruma tedbirleri şunlardır:

  • Şiddet mağduruna barınma, geçici maddi yardım, sağlık ve psikolojik destek sağlanması
  • Şiddet uygulayanın mağdurun konutundan uzaklaştırılması
  • Mağdurun, çocuklarının ve aile bireylerinin iletişim bilgilerinin gizlenmesi
  • Şiddet uygulayanın mağdura yaklaşmasının yasaklanması (en az 100 metre)
  • Silah taşıma ve bulundurma ruhsatının iptali
  • Mağdurun çalıştığı yerin değiştirilmesi veya iş yeri güvenliğinin sağlanması

Bu tedbir kararları çoğu durumda ilk başvuruda ve ivedilikle alınmakta, gerekirse resen uygulanmakta, mağdurun beyanı esas alınarak işlem yapılabilmektedir.

Kolluk ve İdari Makamların Rolü

6284 sayılı Kanun kapsamında koruma kararlarının hızlı uygulanması ve etkili denetlenmesi büyük ölçüde kolluk kuvvetlerinin ve mülki idarenin sorumluluğundadır. Polis merkezleri ve jandarma karakolları, mağdurun ilk başvuruda bulunabileceği yerler olup koruma talebinin alınması, tutanağa geçirilmesi ve ilgili mahkemeye yönlendirilmesi noktasında ciddi yükümlülüklere sahiptir. Ancak uygulamada, özellikle küçük yerleşim yerlerinde kolluğun kadın mağdurları “aile içi mesele” olarak görmesi nedeniyle yeterli ciddiyetle işlem yapılmadığı gözlemlenmektedir. Ayrıca koruma tedbirlerinin uygulanması sürecinde, bazı durumlarda failin kollukla ilişkisi veya yerel nüfuzu nedeniyle mağdurun tekrar şiddete uğradığı olaylar kamuoyuna yansımıştır.

Geçici Mali Yardım ve Sosyal Destekler

Kanun kapsamında şiddet mağdurlarına yalnızca fiziksel koruma değil, sosyal ve ekonomik destek de sağlanması öngörülmüştür. Mağdurlar; Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri kanalıyla barınma, geçici maddi yardım, psikolojik destek, hukuki danışmanlık gibi hizmetlerden faydalanabilir. Bu desteklerin verilmesinde herhangi bir mahkeme kararı gerekmeden, doğrudan başvuru esas alınabilir. Ancak uygulamada, bu yardımların sürekliliği, miktarı ve başvuru sürecindeki bürokratik engeller nedeniyle mağdurların tam anlamıyla desteklenemediği yönünde eleştiriler mevcuttur.

Koruma Kararlarının Süresi ve Uzatılması

6284 sayılı Kanun kapsamında verilen koruma kararları genellikle 30 gün süreyle verilir. Ancak mağdurun talebi, kolluk raporları ya da savcılık değerlendirmesi doğrultusunda bu sürenin uzatılması mümkündür. Süre uzatımı için mağdurun yeniden başvuru yapması gerekmez; mahkeme resen de uzatma kararı verebilir. Buradaki önemli sorunlardan biri, süre bitiminde koruma tedbirlerinin otomatik olarak sonlandırılması ve mağdurun tekrar başvuru yapmak zorunda kalmasıdır. Uygulamada, koruma kararlarının yenilenmemesi nedeniyle birçok kadın ikinci kez şiddete uğramakta; hatta ölümle sonuçlanan vakalar yaşanmaktadır.

Elektronik Kelepçe Uygulaması

Koruma tedbirlerinin ihlal edilmesini önlemeye yönelik en dikkat çeken düzenlemelerden biri elektronik kelepçe uygulamasıdır. Şiddet uygulayan kişinin mağdura belirlenen mesafeden fazla yaklaşması durumunda, hem mağdur hem kolluk kuvvetleri anlık uyarı almaktadır. Ancak bu sistem sınırlı sayıda ilde ve sadece belirli vakalarda uygulanmaktadır. Türkiye genelinde yaygınlaştırılmadığı için mağdurların büyük çoğunluğu bu önlemden faydalanamamaktadır. Uygulamanın sayısal verilerle değerlendirilerek yaygınlaştırılması gerektiği, hukuk camiasında da sıkça vurgulanmaktadır.

Uygulama Sorunları ve Eleştiriler

6284 sayılı Kanun’un teorik çerçevesi güçlü olsa da uygulamada çeşitli sorunlarla karşılaşılmaktadır. Öncelikle kolluk kuvvetlerinin, savcıların ve hâkimlerin toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifine yeterince sahip olmaması, kanunun etkisini azaltmaktadır. İkinci olarak, şiddet mağdurlarının çoğu hukuki süreci takip edememekte, avukata erişememekte ve sürecin teknik boyutları hakkında yeterli bilgiye sahip olamamaktadır. Bu da alınan kararların uygulanmasında gecikmelere ve mağdurun tekrar şiddet riskiyle karşılaşmasına neden olmaktadır. Ayrıca kadın sığınma evlerinin sayısı, kapasitesi ve niteliği hâlen yetersiz düzeydedir.

Sonuç: Etkin Mevzuat, Yetersiz Uygulama

6284 sayılı Kanun, kadına yönelik şiddetle mücadelede iç hukukta en önemli yasal araçlardan biridir. Bu kanun, uluslararası yükümlülüklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve iç hukukta kadının korunmasına ilişkin ciddi bir paradigma değişikliği yaratmıştır. Ancak koruma kararlarının etkili bir şekilde uygulanabilmesi için yalnızca mevzuat yeterli değildir; uygulayıcıların eğitimi, kurumlar arası koordinasyon, denetim mekanizmaları ve toplumsal farkındalık çalışmaları da şarttır. Aksi halde yasal düzenlemeler yalnızca kâğıt üzerinde kalacak, şiddet mağdurlarının korunması sağlanamayacaktır.

Türk Ceza Kanunu’nda Kadına Yönelik Şiddet – Suç Tipleri ve Yaptırımlar

Ceza Hukukunun Müdahale Alanı ve Temel İlkeler

Kadına yönelik şiddet vakaları yalnızca özel hukuk veya koruma tedbirleri ile sınırlı kalmamakta, failin cezalandırılması bakımından ceza hukuku mekanizmalarının da devreye girmesi gerekmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK), bu çerçevede kadınlara yönelik fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin çeşitli biçimlerini suç olarak tanımlamıştır. Ceza hukuku, kamu düzenini ve bireyin dokunulmazlığını koruma amacı taşıdığı için bu alandaki düzenlemeler hem caydırıcılık hem de mağdurun haklarının korunması bakımından kritik öneme sahiptir. Ancak ceza adalet sisteminin, şiddet mağduru kadını ikincil mağduriyete uğratmaması da asıl hedeflerden biri olmalıdır.

Fiziksel Şiddete Yönelik Suç Tipleri

Fiziksel şiddet, en görünür ve yaygın şiddet türüdür. TCK kapsamında bu fiiller özellikle “kasten yaralama” suçu (m.86) ile düzenlenmiştir. Kasten yaralama suçu, mağdurun vücut dokunulmazlığının ihlali niteliğinde olup, basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek nitelikteyse ceza artırılır. Kadına yönelik şiddet vakalarında fail çoğunlukla eş, eski eş ya da partnerdir. Bu durumda suç, TCK m.86/3-a kapsamında “beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda olan kişiye karşı” işlenmiş sayılarak cezanın ağırlaştırılması gündeme gelir. Ayrıca “üstsoya, altsoya, eşe, kardeşe” karşı işlenmişse de ceza artırımı söz konusudur.

Nitelikli Halleri ve Cezai Artışlar

Şiddetin silahla, birden fazla kişiyle birlikte, kamu görevi kullanılarak veya çocuğun gözü önünde işlenmesi gibi haller, TCK kapsamında nitelikli haller sayılmış ve cezalar ağırlaştırılmıştır. Örneğin bir kadının sokak ortasında, çocuğunun önünde darp edilmesi durumunda faile verilen ceza %50’ye kadar artırılabilir. Aynı şekilde, failin mağdurun önceki koruma kararlarına rağmen şiddet uygulaması da mahkemelerce ceza takdirinde ağırlaştırıcı neden olarak kabul edilmektedir.

Cinsel Şiddet ve Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar

TCK m.102-105 arasında düzenlenen cinsel suçlar, kadına yönelik şiddetin en ağır biçimlerinden birini teşkil eder. Bu suçlar şunlardır:

  • TCK m.102 – Cinsel saldırı: Rıza olmaksızın gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış. Fiziksel temas varsa, nitelikli hale dönüşebilir.
  • TCK m.103 – Çocukların cinsel istismarı: Kadın çocuklara yönelik şiddet bakımından ayrıca önemlidir.
  • TCK m.104 – Reşit olmayanla cinsel ilişki: 15-18 yaş arasındaki mağdurlar söz konusu olduğunda uygulanır.
  • TCK m.105 – Cinsel taciz: Fiziksel temas olmadan sözlü veya davranışsal taciz.

Cinsel saldırı suçlarında mağdurun beyanı esas alınmakta, ancak delillendirme aşamasında ciddi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Adli tıp raporları, tanıklar, dijital veriler gibi destekleyici unsurlar çoğu zaman olayın ispatını güçleştirmektedir. Bu nedenle mağdurların çoğu davalardan vazgeçmekte, failler cezasız kalabilmektedir.

Psikolojik Şiddet ve Hakaret – Tehdit Suçları

Kadına yönelik şiddetin en yaygın fakat en az raporlanan biçimlerinden biri psikolojik şiddettir. TCK m.106 (tehdit), m.125 (hakaret), m.107 (şantaj) gibi hükümler bu tür fiillerin cezalandırılmasına imkân tanımaktadır. Hakaret ve tehdit suçları, çoğunlukla eski eşler arasında yaşanan çekişmeli süreçlerde karşımıza çıkar. Bu suçlar çoğu kez şikâyete bağlıdır ve mağdurun delil sunması gerekir. WhatsApp mesajları, ses kayıtları, tanık beyanları gibi delillerle suçun ispatı mümkündür.

Ekonomik Şiddet – Ceza Hukukundaki Karşılığı

Ekonomik şiddet, kadının çalışma hakkının engellenmesi, parasal kaynaklara erişiminin sınırlandırılması veya nafaka ödenmemesi şeklinde karşımıza çıkar. Doğrudan ceza hukuku kapsamında tanımlanmamış olsa da TCK m.233 (aile yükümlülüğünün ihlali), m.155 (güveni kötüye kullanma), m.123 (kişilerin huzur ve sükûnunu bozma) gibi maddeler kapsamında değerlendirilebilir. Özellikle nafaka yükümlülüğünü yerine getirmeyen eş hakkında icra takibi yapılmasına rağmen ödeme yapılmıyorsa, İcra İflas Kanunu m.344 uyarınca tazyik hapsi gündeme gelebilir.

Israrlı Takip (Stalking) – Hukukta Yeni Gelişmeler

Israrlı takip (stalking), kadına yönelik şiddetin modern ve karmaşık bir biçimidir. Failin mağduru sosyal medyadan, telefonla, fiziksel yakınlıkla sürekli rahatsız etmesi, tehdit etmesi veya gözdağı vermesi bu kapsamda değerlendirilir. 2022 yılında yürürlüğe giren yeni TCK düzenlemesiyle “ısrarlı takip suçu” (m.123/A) tanımlanmış ve ilk kez açık bir ceza normu haline gelmiştir. Bu suçun varlığı için mağdurun huzurunun ciddi biçimde bozulması yeterlidir. Fail, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilir. Bu gelişme, kadınların özel yaşamlarının dijital ortamda da korunmasına yönelik önemli bir ilerleme olarak görülmektedir.

Yargıtay Kararları Işığında Yaptırım Uygulamaları

Yargıtay, kadına yönelik şiddet davalarında genellikle mağdur lehine yorum yapma eğilimindedir. Özellikle TCK m.86 ve m.102 kapsamındaki kararlarında "şiddetin sistematikliği", "mağdurun kırılganlığı", "önceki koruma kararlarının ihlali" gibi hususları cezayı artırıcı neden olarak dikkate alır. Ancak bazı kararlarında hâlen failin lehine yorumlara gidildiği, “failin geleceği” veya “pişmanlığı” gibi sebeplerle indirim uygulandığı görülmektedir. Bu, mağdur açısından ikincil bir adaletsizlik duygusu doğurabilmektedir.

Sonuç: Ceza Normlarının Etkili Kullanımı ve Şiddetin Önlenmesi

Türk Ceza Kanunu, kadına yönelik şiddetle mücadelede gerekli yasal altyapıyı büyük ölçüde sağlamaktadır. Ancak bu normların uygulanması, etkin soruşturma ve kovuşturma süreçlerine; mağdurun korunmasına yönelik ek tedbirlere; toplumsal cinsiyet eşitliğini benimseyen yargı pratiğine bağlıdır. Kadınların sessiz kalmaması, kamuoyunun bilinçlendirilmesi ve hukukçuların sorumlu davranması ile ceza normları gerçek anlamda işlevsel hale gelecektir. Aksi halde mevzuatın varlığı tek başına caydırıcılığı sağlayamayacaktır.

Kadına Yönelik Şiddette Ceza Muhakemesi Süreci – Mağdur Hakları ve Savunma İlkeleri

Ceza Muhakemesi Hukukunun Rolü ve Etki Alanı

Kadına yönelik şiddetle mücadelede yalnızca maddi ceza hukuku normları değil, aynı zamanda ceza muhakemesi sürecinin nasıl işletildiği de belirleyici rol oynamaktadır. Ceza Muhakemesi Hukuku (CMK), suçun soruşturulması ve kovuşturulması sürecinde hem failin hem de mağdurun haklarının nasıl korunacağını düzenler. Ancak kadına yönelik şiddet gibi cinsiyet temelli suçlarda bu süreç daha karmaşık hale gelir; çünkü mağdurun çoğu zaman faile duygusal veya ekonomik bağı bulunmaktadır. Bu nedenle adil yargılanma hakkı yalnızca sanık için değil, mağdur için de dikkate alınmalıdır. Ceza muhakemesinin amacı yalnızca gerçeği ortaya çıkarmak değil, mağdurun haklarını koruyarak adaleti sağlamaktır.

Soruşturma Aşamasında Mağdurun Konumu

Ceza muhakemesi süreci genellikle şikâyet dilekçesiyle başlar. Kadına yönelik şiddet olaylarında mağdur, savcılığa veya kolluk kuvvetlerine başvurarak olayı bildirir. Bazı suçlar resen soruşturulurken (örneğin nitelikli cinsel saldırı, ağır yaralama), bazıları şikâyete bağlıdır (örneğin basit tehdit, hakaret). Mağdurun şikâyet hakkını kullanabilmesi için olaydan itibaren 6 ay içinde başvuru yapması gerekir. Ancak uygulamada kadınlar korku, utanç, tehdit gibi nedenlerle bu süreyi kaçırmakta ve adalete erişimden yoksun kalmaktadır. Bu nedenle yasal sürelerin esnetilmesi veya mağdur lehine yorumlanması gerektiği görüşü doktrinde sıkça dile getirilmektedir.

Delil Toplama Süreci ve Mağdur Beyanı

Kadına yönelik şiddet vakalarında delillendirme süreci mağdur için oldukça travmatik olabilir. Özellikle cinsel şiddet vakalarında adli muayene, dijital delil sunumu, tanık ifadeleri gibi süreçler mağdurun ikinci kez mağduriyet yaşamasına neden olabilir. Bu noktada CMK m.236 hükmü uyarınca mağdurun ifadesinin “bir kez” alınması ve mümkünse kadın bir uzman veya pedagog eşliğinde yapılması gerekmektedir. Mağdurun beyanı, tek başına delil olabilmekte; ancak mahkemeler çoğu zaman başka destekleyici delil aramaktadır. Bu yaklaşım, faillerin cezadan kurtulmasına neden olabildiği gibi mağdurların adalete olan inancını da zedelemektedir.

Mağdurun Müdahil Olma Hakkı

Ceza muhakemesi sürecinde mağdur, müşteki (şikâyetçi) sıfatıyla davaya katılabileceği gibi, “katılan” sıfatıyla da müdahil olabilir. Katılan sıfatı, mağdura yargılama sürecinde aktif rol alma imkânı tanır. Delil sunabilir, tanık dinletebilir, mahkemenin kararına karşı itirazda bulunabilir. CMK m.237 ve devamı maddeler, mağdurun bu haklarını düzenler. Ancak birçok kadın mağdur bu haklarının farkında değildir. Özellikle yoksul veya sosyal destekten yoksun kadınlar, avukat yardımı alamadıkları için süreci etkin kullanamamakta, mahkemede pasif kalmaktadır. Bu durum, failin ceza almasının önünde engel teşkil edebilmektedir.

Mağdura Yönelik Koruma Mekanizmaları

Ceza muhakemesi sürecinde mağdurun korunması için birçok yasal araç mevcuttur. Bunlar arasında gizlilik kararı (CMK m.153), duruşmanın kapalı yapılması (CMK m.182), tanığın kimliğinin gizlenmesi (CMK m.58), ve mağdurun sanıkla yüz yüze gelmesini engelleyen düzenlemeler (m.236/2) yer alır. Ayrıca, şiddet mağduru kadınların adliyeye giriş çıkışları, ifadeleri sırasında bekletilmeden alınmaları, adli destek birimlerinden faydalandırılmaları gibi uygulamalar, İstanbul Protokolü ve Avrupa Konseyi ilkeleri doğrultusunda yapılmalıdır. Ancak uygulamada bu koruma mekanizmaları çoğu zaman ihmal edilmekte, mağdur adliyede de savunmasız bırakılmaktadır.

Adli Görüşme Odaları (AGO) Uygulaması

Adalet Bakanlığı tarafından hayata geçirilen “Adli Görüşme Odaları” (AGO), özellikle çocuk ve kadın mağdurların ifadelerinin uzman eşliğinde, teknik donanımlı bir ortamda alınmasını sağlamaktadır. Ancak bu sistem hâlâ sınırlı sayıda adliyede mevcuttur ve birçok ilde uygulanmamaktadır. Adli görüşme odalarının yaygınlaştırılması, mağdurun yeniden travmatize edilmeden ifadesinin alınması açısından büyük önem taşımaktadır.

Sanık Hakları ile Mağdur Hakları Arasındaki Denge

Ceza muhakemesinin temel ilkelerinden biri “masumiyet karinesi”dir. Sanığın suçlu olduğu kesinleşene kadar masum sayılması, adil yargılanma hakkı bakımından esastır. Ancak bu ilke, mağdurun haklarını gölgelememelidir. Kadına yönelik şiddet gibi vakalarda fail ile mağdur arasındaki güç dengesi eşit değildir. Fail çoğu zaman ekonomik, sosyal veya psikolojik üstünlüğe sahiptir. Bu durumda ceza muhakemesi sistemi, yalnızca sanığın değil, mağdurun da insan onurunu korumalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında da mağdurun korunması, adil yargılanma hakkının bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

İstinaf ve Temyiz Süreçlerinde Mağdurun Hakları

İlk derece mahkemesinin kararına karşı hem sanık hem de katılan sıfatı taşıyan mağdur istinaf ve temyiz yoluna başvurabilir. Ancak uygulamada mağdur çoğu zaman süreci takip edememekte, yasal süreleri kaçırmakta veya itiraz dilekçesi hazırlayacak hukuki desteğe ulaşamamaktadır. Bu nedenle baroların adli yardım sistemlerinin mağdurlar lehine daha etkin çalışması büyük önem taşır. Ayrıca kadın dernekleri ve baro kadın hakları merkezleri tarafından sunulan desteklerin daha erişilebilir ve bilinçlendirici hale getirilmesi gerekmektedir.

Sonuç: Ceza Muhakemesi Sürecinde Adaletin Eşit Dağılımı

Kadına yönelik şiddetle mücadelede ceza muhakemesi süreci, yalnızca failin cezalandırılmasını değil, aynı zamanda mağdurun korunmasını, onarılmasını ve güçlendirilmesini amaçlamalıdır. Hukuki çerçevenin güçlü olması yeterli değildir; bu çerçevenin kadın lehine etkin şekilde işletilmesi gerekir. Hâkim, savcı, kolluk ve tüm adli personelin cinsiyet eşitliği duyarlılığı ile hareket etmesi, sürecin mağdur odaklı yürütülmesi, ceza muhakemesinin adil, şeffaf ve koruyucu olmasını sağlayacaktır. Bu sağlanamadığı takdirde, ceza yargılaması yalnızca kâğıt üzerindeki normlardan ibaret kalacaktır.

Aile Mahkemeleri ve Kadına Yönelik Şiddet – Nafaka, Velayet ve Koruma Davaları

Aile Mahkemelerinin Kuruluş Amacı ve Yargılama Yetkisi

Aile Mahkemeleri, 4787 sayılı Kanun ile kurulmuş; aile içi uyuşmazlıkların çözümünde uzmanlaşmayı ve yargılamanın daha hızlı, etkin ve duyarlı bir şekilde yürütülmesini amaçlamıştır. Bu mahkemeler, özellikle kadına yönelik şiddet, boşanma, velayet, nafaka, mal rejimi ve koruma kararları gibi konulara ilişkin yargılamalarda görevlidir. Kadına yönelik şiddet olaylarının büyük bir kısmı, Türk Ceza Kanunu dışında, Medeni Kanun ve 6284 sayılı Kanun kapsamında Aile Mahkemesi’nin görev alanına girmektedir. Dolayısıyla şiddete uğrayan bir kadının başvuracağı ilk hukukî adres çoğu zaman Aile Mahkemesi olmaktadır.

6284 Sayılı Kanun Kapsamında Aile Mahkemesi Tedbir Kararları

6284 sayılı Kanun, Aile Mahkemesi hâkimlerine şiddet mağdurlarının korunmasına yönelik geniş yetkiler tanımaktadır. Hâkim, mağdurun başvurusu üzerine veya resen aşağıdaki koruyucu ve önleyici tedbir kararlarını verebilir:

  • Mağdurun ikametinin gizlenmesi veya değiştirilmesi
  • Failin mağdura yaklaşmasının yasaklanması
  • Failin müşterek konuttan uzaklaştırılması
  • Silah taşıma ruhsatının iptali
  • Çocuklar için kreş, okul veya sağlık tedbiri alınması

Bu kararlar, delil aranmaksızın mağdurun beyanına dayanarak ivedilikle verilebilir. Aile Mahkemesi hâkimlerinin bu noktadaki takdir yetkisi çok geniştir; ancak uygulamada hâkimlerin bazen “delil sunulmadığı” gerekçesiyle karar vermediği örnekler görülmektedir. Oysa kanun bu durumda hâkime derhâl ve öncelikli karar alma sorumluluğu yüklemektedir.

Boşanma Davalarında Şiddet Olgusu ve Hukuki Etkisi

Boşanma davalarında kadına yönelik şiddet, hem boşanma sebebi hem de tazminat talebine gerekçe oluşturabilir. Türk Medeni Kanunu m. 161 ve devamında düzenlenen özel boşanma sebepleri arasında şiddet açıkça yer almasa da “onur kırıcı davranış”, “hayata kast” ve “evlilik birliğinin temelinden sarsılması” hükümleri bu kapsamdadır. Şiddet gören kadın, boşanma davasını açarken şiddeti gerekçe gösterebilir; buna dayanarak maddi ve manevi tazminat talebinde bulunabilir. Ayrıca müşterek çocuklar varsa velayet konusunda da şiddet uygulayan tarafın dezavantajlı konuma düşeceği hukukî bir gerçekliktir. Yargıtay kararlarında, fiziksel ve psikolojik şiddetin “kusurlu davranış” olarak değerlendirilerek, lehine tazminata hükmedilen birçok karar mevcuttur.

Nafaka Davaları ve Geçici Önlemler

Şiddet mağduru kadınların, özellikle boşanma sürecinde ekonomik olarak desteklenmesi için geçici ve sürekli nafaka hükümleri devreye girmektedir. Türk Medeni Kanunu’na göre şu tür nafaka talepleri mümkündür:

  • Yoksulluk Nafakası: Boşanma sonrası ekonomik gücünü kaybeden kadın lehine hükmedilir.
  • İştirak Nafakası: Çocuğun bakımı ve eğitimi için velayeti elinde bulunduran tarafa verilir.
  • Tedbir Nafakası: Boşanma davası süresince geçici olarak bağlanır; Aile Mahkemesi hâkimi resen hükmedebilir.

Şiddet nedeniyle eşinden ayrılmak zorunda kalan kadının geçici nafaka talebi, kanunen güvence altındadır. Ancak uygulamada nafaka kararlarının tahsili, özellikle failin ödeme gücünün düşük olduğu durumlarda ciddi sorun teşkil etmektedir. Bu gibi durumlarda icra takibi, banka bloke kararı veya tazyik hapsi gibi yöntemlerle nafaka tahsili sağlanmaya çalışılır.

Velayet Davalarında Şiddet Olgusunun Değerlendirilmesi

Velayet hakkı, çocuğun üstün yararı esas alınarak belirlenir. Ancak şiddet uygulayan bir eşin çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimine zarar vereceği göz önünde bulundurularak, mahkemeler genellikle velayet hakkını şiddet mağduru olan eşe verir. Velayet davalarında hâkim, pedagog ve sosyal hizmet uzmanlarının görüşüne başvurabilir. Ayrıca çocuğun yaşı uygun ise onun da görüşü alınabilir. Şiddet geçmişi olan ebeveyne, velayet verilmemekle birlikte, kişisel ilişki kurma hakkı sınırlanabilir veya denetimli olarak uygulanabilir.

Çocuk Teslimi ve Kişisel İlişki Kurma

Şiddet mağduru kadınların en çok zorlandığı konulardan biri de çocuğun babayla kişisel ilişki kurması sürecidir. Failin çocuğu araçsallaştırarak mağduru tehdit ettiği, taciz ettiği ya da psikolojik baskı kurduğu durumlar sıklıkla yaşanmaktadır. Bu tür durumlarda Aile Mahkemesi, kişisel ilişki kurulmasına ilişkin kararı gözden geçirebilir, teslimin uzman eşliğinde yapılmasına hükmedebilir. 2021 sonrası yapılan düzenlemelerle, çocuk tesliminin İcra Dairesi aracılığıyla değil, Adalet Bakanlığı'na bağlı yeni kurulan Çocuk Teslim Merkezleri eliyle yapılması sağlanmıştır. Bu reform, kadına yönelik şiddetin çocuk üzerinden sürdürülmesinin önüne geçilmesi bakımından önemlidir.

Koruma Kararlarının İhlali ve Yaptırımlar

Aile Mahkemesi’nce verilen koruma kararları bağlayıcıdır ve ihlali hâlinde 3 günden 10 güne kadar zorlama hapsi uygulanabilir (6284 m.13). Bu hapis kararı, failin tekrar aynı eylemleri gerçekleştirmesi durumunda 15-30 gün arasında tekrar uygulanabilir. Ancak toplam süre 6 ayı geçemez. Zorlama hapsi, cezai bir müeyyide değil; idari bir yaptırım olup infazı da cezaevi şartlarında gerçekleştirilir. Uygulamada hâkimlerin zorlama hapsine başvurma oranı oldukça düşüktür. Bu nedenle kararların caydırıcılığı sınırlı kalmakta; şiddet vakalarının tekrarlanma riski artmaktadır.

Sonuç: Aile Hukukunda Koruyucu Yargılama Anlayışının Önemi

Aile Mahkemeleri, kadına yönelik şiddetin önlenmesinde en kritik rolü oynayan yargı organlarıdır. Bu mahkemelerin yalnızca uyuşmazlığı çözen değil, aynı zamanda mağduru koruyan bir perspektife sahip olması gerekmektedir. Tedbir kararlarının zamanında ve etkili biçimde alınması, nafaka ve velayet hükümlerinin adil şekilde düzenlenmesi, koruma kararlarının ihlaline karşı caydırıcı yaptırımların uygulanması; ancak tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde mağdurun güvenliği ve adalet duygusu sağlanabilir. Aksi hâlde şiddet, yalnızca fiziksel olarak değil, hukuk sistemi içinde de devam eder ve derinleşir.

İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmenin Uluslararası Hukuka ve Anayasal Düzenlemelere Etkisi

İstanbul Sözleşmesi’nin Hukuki Niteliği ve Bağlayıcılığı

İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve kadına yönelik şiddet ile aile içi şiddetin önlenmesine yönelik ilk uluslararası sözleşmedir. Türkiye, 11 Mayıs 2011’de sözleşmeyi ilk imzalayan ve 24 Kasım 2011’de TBMM tarafından onaylayan ilk ülke olmuştur. Bu onay süreciyle birlikte İstanbul Sözleşmesi, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası uyarınca Türk iç hukukunun bir parçası haline gelmiş ve kanun hükmünde normatif etki kazanmıştır. Bu bağlamda, sözleşmenin yalnızca uluslararası bir belge değil, aynı zamanda iç hukuk normu niteliği taşıdığı göz ardı edilmemelidir.

Çekilme Süreci: Hukuki Usul ve Yetki Tartışması

Türkiye, 20 Mart 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini ilan etmiştir. Bu karar, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesine dayandırılmıştır. Kararda TBMM kararı olmaksızın yürütme organı tarafından tek taraflı çekilme gerçekleştirilmiş; bu durum hem anayasal düzlemde hem de uluslararası hukukta ciddi tartışmalara yol açmıştır.

Yetki Meselesi: Yürütme mi, Yasama mı?

Anayasa’nın 90. maddesi, usulüne uygun yürürlüğe giren uluslararası sözleşmelerin iç hukukta kanun hükmünde olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda, doktrinde ve yüksek yargı kararlarında genel kabul gören görüşe göre, kanun niteliğindeki bir düzenlemeden çekilmenin de aynı usule tabi olması yani TBMM kararı gerektirmesi beklenir. Ancak yürütme organı, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ni gerekçe göstererek çekilme yetkisinin Cumhurbaşkanına ait olduğunu savunmuştur. Bu durum, yasama ve yürütme arasındaki yetki dengesi açısından eleştirilmiştir.

Danıştay Süreci ve Yargı Denetiminin Sınırları

Çekilme kararının ardından Türkiye Barolar Birliği, çok sayıda kadın derneği ve bireysel başvurucular tarafından Danıştay’a iptal davası açılmıştır. Davada temel argüman, yürütme organının yasama işlemi ile yürürlüğe giren bir sözleşmeden tek taraflı çekilme yetkisine sahip olmamasıydı. Danıştay 10. Dairesi, 2022 yılında verdiği kararla çekilme işlemini hukuka uygun bulmuştur. Kararda, Cumhurbaşkanının yürütme yetkisi kapsamında uluslararası sözleşmelerden çekilebileceği ifade edilmiş; Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu dışında yargısal denetim imkânı kalmamıştır.

Uluslararası Hukuk Açısından Yorumlar

İstanbul Sözleşmesi, taraf devletlere yüklediği yükümlülüklerle yalnızca bir niyet beyanı değil, bağlayıcı nitelikte normlar içeren bir düzenlemedir. Türkiye’nin çekilme kararı, uluslararası düzeyde endişeyle karşılanmış; Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi kurumlar Türkiye’yi sözleşmeye geri dönmeye davet etmiştir. Çekilmenin, uluslararası insan hakları hukukunda “geri gidiş yasağı” ilkesini ihlal ettiği yönünde yorumlar yapılmıştır. Zira taraf devletlerin insan hakları alanındaki kazanımları geriye götürecek adımlar atmaması beklenmektedir.

Çekilmenin Anayasal Değerler Üzerindeki Etkisi

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda Anayasa’nın eşitlik ilkesi, yaşam hakkı ve kadın-erkek eşitliği ilkelerine doğrudan etki eden siyasi ve sosyal bir sonuç doğurmuştur. Anayasa m.10’da düzenlenen eşitlik ilkesi gereği, kadınların devlet koruması altında olması gerekirken; bu çekilme kararı, kadınların korunmasında yasal güvence düzeyinin azaldığı yönünde bir algı yaratmıştır. Ayrıca m.17’de yer alan “herkesin yaşam hakkı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır” hükmü de dolaylı olarak etkilenmiştir. Zira kadınların şiddetten korunması yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

İstanbul Sözleşmesi Yerine Alternatif Hukuki Çerçeve Var mı?

Hükümet yetkilileri, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin kadınları korumaktan vazgeçmek anlamına gelmediğini, 6284 sayılı Kanun ve Türk Ceza Kanunu gibi ulusal mevzuatın yeterli olduğunu ifade etmektedir. Ancak eleştiriler, bu mevzuatların İstanbul Sözleşmesi’ndeki “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “önleme politikası” ve “eğitim yükümlülüğü” gibi temel normları içermediğine işaret etmektedir. Yerli mevzuatın varlığı önemli olsa da uluslararası yükümlülükler, devletin niyetini ve politik yönelimini de ortaya koyan önemli metinlerdir. Bu bağlamda, İstanbul Sözleşmesi’nin yerini tamamen doldurabilecek nitelikte eşdeğer bir belge veya uygulama hâlen mevcut değildir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Potansiyel Başvurular

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme nedeniyle mağdur olduklarını düşünen kadınlar, iç hukuk yollarını tükettikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuruda bulunabilir. AİHM içtihadında, devletin “pozitif yükümlülükleri” gereği, bireyleri üçüncü kişilerden gelen şiddete karşı koruma sorumluluğu bulunduğu ifade edilmektedir. Özellikle Opuz/Türkiye (2009) kararında AİHM, Türkiye’nin kadına yönelik şiddeti önlemede etkisiz kaldığını tespit etmiş ve tazminata hükmetmiştir. Çekilme sonrası benzer vakalarda AİHM’nin aynı doğrultuda karar vermesi kuvvetle muhtemeldir.

Sonuç: Uluslararası Bağlayıcılık, İç Hukuk Dengesi ve Kadın Hakları

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, hem uluslararası hukuk hem anayasa hukuku hem de toplumsal yapı açısından çok katmanlı sonuçlar doğurmuştur. Hukuken yürütmenin bu yetkiye sahip olup olmadığı hâlâ tartışmalıdır. Toplumsal ve hukuki düzeyde ise kadınların devlet korumasına olan güveni zedelenmiş; şiddetle mücadelede uluslararası dayanışma zayıflamıştır. Kadın hakları konusunda samimi ve kararlı bir politika izlenmesi, yalnızca ulusal mevzuatla değil; aynı zamanda uluslararası standartlara bağlılıkla mümkündür. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğü ve temel hakların korunması açısından İstanbul Sözleşmesi gibi belgelerin değeri her geçen gün daha da netleşmektedir.

İstatistiklerle Kadına Yönelik Şiddet – Türkiye’de Güncel Durum ve Hukuki Yorum

Veriye Dayalı Politika: Şiddetin Ölçülmesi Neden Önemlidir?

Kadına yönelik şiddetle mücadelede en önemli adımlardan biri, mevcut durumun doğru ve kapsamlı şekilde tespit edilmesidir. Bu nedenle istatistiksel veriler, hem hukuki düzenlemelerin etkinliğinin ölçülmesinde hem de politika yapımında belirleyici rol oynamaktadır. Ancak Türkiye’de şiddet verileri dağınık, sınırlı ve çoğu zaman eksiktir. Farklı kurumlar (TÜİK, Emniyet Genel Müdürlüğü, Adalet Bakanlığı, barolar, kadın dernekleri) tarafından toplanan veriler birbirini doğrulamaz nitelikte olabilir. Bu durum, hukuki değerlendirmeleri de güçleştirir. Yine de eldeki mevcut veriler üzerinden bazı önemli çıkarımlar yapılabilmektedir.

TÜİK ve Resmî Kurumların Verileri

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2008 ve 2014 yıllarında olmak üzere yalnızca iki kez "Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması" yayımlamıştır. 2014 raporuna göre, Türkiye’de her 10 kadından 4’ü hayatının bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddete uğramıştır. Bu oran, sosyoekonomik seviyeye ve eğitim düzeyine göre değişmekle birlikte ülke genelinde ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Ne var ki TÜİK 2023 itibarıyla bu alanda yeni bir çalışma yayımlamamıştır. Bu eksiklik, kamuoyunun ve politika yapıcıların şiddetin güncel boyutunu görmesini engellemektedir.

İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Verileri

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün paylaştığı veriler, 2020 yılında kadın cinayeti sayısının 266 olduğunu göstermektedir. Ancak kadın örgütleri ve bağımsız platformlar (örneğin Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu) bu sayının 400’ün üzerinde olduğunu iddia etmektedir. Bu fark, tanımlamada ve olayların niteliğinin sınıflandırılmasında yaşanan sorunlardan kaynaklanmaktadır. Örneğin, faili meçhul cinayetler veya ‘şüpheli intiharlar’ çoğu zaman resmî istatistiklere “kadına yönelik şiddet” kapsamında yansıtılmamaktadır.

Baro Kadın Hakları Merkezlerinin Gözlemleri

İstanbul, Ankara ve İzmir Baroları’nın Kadın Hakları Merkezleri tarafından yayımlanan raporlar, adliyelerdeki gerçek tabloyu gözler önüne sermektedir. Bu raporlara göre, koruma kararı verilen kadınların %60’ı koruma süresi sona erdiğinde yeni başvuru yapmamaktadır. Bunun en önemli nedeni, kadınların süreçten umudunu kesmeleri ve yeniden şiddete uğrama korkusudur. Ayrıca adli yardım taleplerinin her geçen gün arttığı; ancak baroların maddi ve personel kaynaklarının yetersiz kaldığı da dikkat çekmektedir.

Sivil Toplum Kuruluşlarının Tespitleri

Bağımsız kadın örgütleri, devletin açıklamadığı istatistikleri toplamakta ve kamuoyuyla paylaşmaktadır. Örneğin, 2023 yılı verilerine göre yalnızca Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu 334 kadın cinayetini raporlamıştır. Bu cinayetlerin %75’i, kadının tanıdığı bir erkek (eş, sevgili, baba, kardeş) tarafından işlenmiştir. Bu veri, aile içi şiddetin boyutunu ve sistematik niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca kadınların çoğunun daha önce şikâyette bulunduğu veya koruma talebinde bulunduğu da raporlarda yer almaktadır. Bu da önleme mekanizmalarının zayıflığını göstermektedir.

Şiddetin Türlerine Göre Dağılımı

Mevcut veriler, kadına yönelik şiddetin sadece fiziksel değil; psikolojik, cinsel ve ekonomik biçimlerde de yoğunlaştığını göstermektedir. Aile içi baskı, ekonomik şiddet (paraya erişimin engellenmesi), sosyal izolasyon, tehdit ve hakaret gibi davranışlar sıklıkla görünmez kalmakta ve adli mercilere yansımamaktadır. Bu da, kadınların maruz kaldığı sistematik şiddetin yalnızca küçük bir bölümünün yargı sistemine taşındığını göstermektedir. Gerçek şiddet vakalarının oranı, adli kayıtlardaki vakalardan çok daha fazladır.

Mağdurun Profili – Eğitim, Yaş, Sosyoekonomik Durum

Yapılan araştırmalara göre şiddet gören kadınların önemli bir kısmı 25–44 yaş aralığındadır. Eğitim seviyesi düştükçe şiddete maruz kalma oranı artmaktadır. Ancak yüksek eğitimli kadınlar da özellikle psikolojik ve ekonomik şiddete daha fazla maruz kalabilmekte; çünkü bu şiddet türleri daha “sofistike” ve fark edilmesi daha zor biçimde tezahür etmektedir. Kırsal kesimde fiziksel şiddet oranı yüksekken, kentlerde cinsel ve ekonomik şiddetin daha yaygın olduğu görülmektedir.

Koruma Kararlarının Etkililiği Üzerine Değerlendirmeler

6284 sayılı Kanun kapsamında verilen koruma kararlarının büyük çoğunluğu 1–3 ay süreli olmaktadır. Ancak bu kararların çoğu hâlâ ihlal edilmekte; kolluk kuvvetlerinin etkin müdahalesi sağlanamamaktadır. Zorlama hapsi kararları caydırıcı şekilde kullanılmadığı gibi, çoğu hâkim mağdurun can güvenliği ciddi şekilde tehdit edilmediği sürece zorlama hapsine başvurmamaktadır. Elektronik kelepçe uygulaması ise yalnızca belirli pilot illerde kullanılmakta; Türkiye geneline yayılamamıştır. Bu durum, şiddetin tekrar etmesini önlemede ciddi zafiyet yaratmaktadır.

Veri Yetersizliğinin Hukuki ve Politik Sonuçları

Kadına yönelik şiddete dair güvenilir ve bütüncül verilerin olmaması, hem yargı kararlarının hem de kamu politikalarının etkinliğini düşürmektedir. Hangi bölgelerde şiddetin yoğunlaştığı, hangi tedbirlerin işe yarayıp yaramadığı, şiddetin neden tekrarlandığı gibi sorulara net cevaplar verilememektedir. Bu da mevzuatın gelişmesini engellediği gibi, kamu kaynaklarının yanlış alanlara yönlendirilmesine yol açabilir. Ayrıca kadın hakları ihlallerine dair uluslararası yükümlülüklerin yerine getirilmesi açısından da veri eksikliği ciddi bir sorundur.

Sonuç: Şeffaf, Güvenilir ve Yorumlanabilir Veriye İhtiyaç Var

Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele, yalnızca cezai veya koruyucu tedbirlerle değil; aynı zamanda veriye dayalı, gerçekçi ve izlenebilir politikalarla mümkün olacaktır. Bu nedenle şiddetle ilgili istatistiklerin merkezi bir otorite tarafından, şeffaf biçimde, düzenli aralıklarla ve sivil toplumla işbirliği içinde yayımlanması gerekmektedir. Ancak bu şekilde kadınların maruz kaldığı şiddetin görünürlüğü sağlanabilir; hukuki ve sosyal önlemler etkin biçimde geliştirilebilir. Aksi takdirde alınan her yasal önlem, “karanlık verinin” gölgesinde etkisiz kalacaktır.

Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Yeni Hukuki Arayışlar ve Reform Önerileri

Mevcut Mevzuatın Sınırlılıkları ve Reform İhtiyacı

Türkiye'de kadına yönelik şiddetle mücadelede hukuki altyapı, 6284 sayılı Kanun, Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) gibi temel düzenlemelerle büyük ölçüde oluşturulmuş durumdadır. Ancak uygulamadaki aksaklıklar, bu düzenlemelerin etkisini azaltmakta ve mağdurların etkin korunmasını engellemektedir. Özellikle yargıdaki cinsiyet temelli önyargılar, koruma kararlarının etkin denetlenmemesi, failin ekonomik veya sosyal gücünün süreci etkilemesi gibi faktörler, şiddetin önlenmesinde mevzuatın tek başına yeterli olmadığını göstermektedir. Bu nedenle normatif çerçevede bazı revizyonlar ve uygulama alanında köklü reformlar kaçınılmazdır.

Öneri 1: Aile İçi Şiddet Suçları İçin Uzmanlaşmış Mahkemelerin Kurulması

Türkiye'de aile mahkemeleri şiddet vakalarına ilişkin koruma kararlarını vermektedir; ancak bu mahkemelerde görev yapan yargı mensuplarının her biri bu alanda uzmanlaşmış değildir. Avrupa’nın bazı ülkelerinde olduğu gibi, yalnızca aile içi şiddet vakalarına bakan, özel eğitim almış hâkim ve savcılardan oluşan "şiddet mahkemeleri" kurulması önemli bir adım olacaktır. Bu mahkemeler, hem yargılamayı hızlandıracak hem de mağdurun ihtiyaçlarını daha iyi anlayabilecek nitelikte olacaktır.

Öneri 2: Tedbir Kararlarının Otomatik Yenilenmesi ve Sürekliliği

Koruma kararlarının genellikle 30-90 günle sınırlı tutulması, sürenin dolmasıyla mağdurun yeniden başvuru yapma yükümlülüğünü doğurmaktadır. Bu durum, çoğu zaman mağduru tekrar faile yönlendirir veya başvuru sürecinin zorlukları nedeniyle şiddetle yalnız bırakır. Bu nedenle, hâkimler ilk karar verirken koruma süresini en az 6 ay olarak belirlemeli; sona ermeden önce sistem tarafından otomatik uyarı verilerek sürenin uzatılıp uzatılmayacağı değerlendirilmelidir. Hatta kronik failler bakımından süresiz tedbir kararı uygulamaları tartışmaya açılmalıdır.

Öneri 3: Elektronik Kelepçe Uygulamasının Yaygınlaştırılması

Elektronik kelepçe, koruma kararlarının ihlal edilmesini engelleyen, mağdurun güvenliğini gerçek zamanlı izleyen bir sistemdir. Ancak 2024 yılı itibariyle Türkiye genelinde yalnızca birkaç ilde uygulanmaktadır. Kadına yönelik şiddetle mücadelede bu teknolojinin yaygınlaştırılması zorunludur. Kelepçeli izleme sistemine geçişte özel birimler kurulmalı; failin geçmiş şiddet siciline göre risk analizine dayalı karar verilmeli; mağdurun izni alınarak bu sistem etkin biçimde devreye sokulmalıdır.

Yargı İçin Eğitim ve Duyarlılık Programları

Şiddetle mücadelede en kritik eksikliklerden biri, yargı mensuplarının toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki duyarlılık eksikliğidir. Hâkim, savcı, kolluk personeli ve bilirkişilere yönelik zorunlu eğitim programları geliştirilmelidir. Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler’in önerdiği “kadın dostu yargılama ilkeleri” temel alınmalı; yargı kararlarında mağdurun onurunu zedeleyen ifadelerden kaçınılması sağlanmalıdır. Eğitimlerin yüzeysel değil, interaktif ve uygulamalı olması zorunlu tutulmalıdır.

Öneri 4: 6284 Sayılı Kanun’a Denetim ve Raporlama Hükümleri Eklenmesi

Mevcut yasa, koruma kararlarının ihlalinde cezai veya idari yaptırımlar öngörmekte; ancak bu kararların uygulanıp uygulanmadığını izlemeye yönelik kurumsal bir mekanizma öngörmemektedir. 6284 sayılı Kanun'a, verilen tedbir kararlarının uygulanma oranlarını denetleyecek bağımsız bir izleme kurulu oluşturulması yönünde düzenleme eklenmelidir. Her yıl kamuoyuna açık raporlar sunulmalı, mahkemeler ve kolluk güçlerinin performansı ölçülebilmelidir. Bu hem şeffaflığı artırır hem de sistemsel hataların tespitini kolaylaştırır.

Öneri 5: Sığınma Evlerinin Sayısal ve Niteliksel Artırılması

Türkiye’de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesindeki kadın sığınma evleri sayıca yetersizdir. Özellikle büyükşehirlerde kontenjan yetersizliği nedeniyle pek çok kadın barınma talebine karşılık bulamamaktadır. Aynı zamanda mevcut sığınma evlerinin koşulları, gizlilik, güvenlik ve psikolojik destek açısından da geliştirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Belediyelere sığınma evi açma zorunluluğu getirilmeli; özel sektör, vakıf ve STK’larla işbirliği yapılmalıdır.

Öneri 6: Toplumsal Farkındalık ve Medya Denetimi

Hukuki düzenlemelerin etkinliği, toplumsal zihniyetle doğrudan ilişkilidir. Medyada yer alan kadın cinayetleri haberlerinin sunuluş biçimi, çoğu zaman şiddeti meşrulaştırıcı bir dil içerir. “Kıskançlık krizi”, “aşk cinayeti” gibi ifadeler suçun cinsiyet temelli niteliğini gizlemektedir. RTÜK ve Basın Konseyi gibi kurumlar, bu konuda bağlayıcı etik ilkeler geliştirmeli ve ihlaller karşısında ağır yaptırımlar uygulamalıdır. Ayrıca ilkokuldan itibaren eğitim müfredatına “şiddetsiz iletişim”, “toplumsal cinsiyet eşitliği” ve “hak temelli düşünce” konuları entegre edilmelidir.

Sonuç: Gerçekçi ve Bütüncül Hukuki Reformlar Zorunludur

Kadına yönelik şiddetle mücadele, yalnızca bireysel olaylara tepki gösteren bir refleksle değil; sistematik, önleyici ve bütüncül politikalarla yürütülmelidir. Mevzuatın lafzi olarak yeterli olması yeterli değildir; bu düzenlemelerin etkili uygulanması ve denetlenmesi gerekmektedir. Yeni reformlar; mağdur odaklı, failin davranış değişikliğini hedefleyen, cinsiyet eşitliği perspektifine sahip olmalıdır. Yargının, yürütmenin, medyanın ve toplumun her kesiminin bu mücadelede aktif rol üstlenmesi şarttır. Ancak bu şekilde, şiddetin yapısal nedenleriyle yüzleşilebilir ve gerçek bir toplumsal dönüşüm sağlanabilir.


Avukat Desteği Almak İçin İletişime Geçin

Kadına yönelik şiddetle mücadelede hukuki destek almak, koruma tedbirleri hakkında bilgi edinmek veya ceza yargılaması sürecinde temsil edilmek için Av. İnanç EKER Hukuk Bürosu ile iletişime geçebilirsiniz.

Hukuki destek talepleriniz ve danışmanlık başvurularınız için randevu sistemiyle çalışmaktayız.

Merhaba. Telefon Yardım Hattımıza Hoşgeldiniz. Nasıl yardımcı olabiliriz?
Merhaba. Bize haritadan kolayca ulaşabilirsiniz.